Nesnel bir benlik var mıdır? Herkesin ben’i kendine ise, ben’den dışarı nesnel olabilir mi? Şimdi başlıkta karma varken bu sorular da nereden çıktı diye düşünebilirsiniz, ama okumaya devam edin.
Benlik konusunu düşünürken belki de ilkin aklımızın gördüğümüz dünyayı nasıl yarattığına bakmalı. Sahi ya, sizce herkesin gördüğü dünya aynı mı, yoksa her birimizin zihni dünyayı başka başka mı yaratıyor?
Esasen sahip olduğumuz doğuştan gelen kavramlar ve şartlandırmalar algımızın önünde filtreler oluşturuyor. Bu filtreler, duyularımıza gelen her bilgiyi otomatik olarak işlemiş oluyor. Yani biz gözümüzü açıp da baktığımız dünyayı nesnel bir bakış açısıyla göremiyoruz. Ancak ve ancak algı süzgecimizin bize sunduğu kadarını görebiliyor, deneyimleyebiliyoruz.
Halbuki duyularımıza ulaşan bu bilgileri nasıl değerlendirdiğimiz, yorumladığımız, anlamlandırdığımız, deneyimlerimizin şeklini yaratıyor. Şimdi bunu bir de insanlarla olan etkileşimimiz açısından düşünün. Yani insanların ifadelerini ve eylemlerini nasıl yorumladığımız, onlarla olan iletişimimizi, deneyimimizi şekillendiriyor. Dikkatinizi çekeyim, insanların ifadeleri ve eylemleri demiyorum! İfadelerini ve eylemlerini nasıl yorumladığımız diyorum.
Sözün özü, her insanın zihninin dünyayı kendi bildikleri ve öğrendikleri çerçevesinde yorumlaması, “ben ve dünyanın geri kalanı” düalitesini yaratıyor. Buradaki ben’i büyük BEN olarak da düşünebiliriz. Yani benim gördüklerim, algıladıklarım ve deneyimlediklerim söz konusu ise, o zaman bu “ben” dediğim, benim dünyamın merkezi olmalı, öyle değil mi?
Açıklayayım.
İnsan kendi kişisel penceresinden baktığında, algısının gerçeğin kendisi olduğu yanılgısına kapılabilir. Gördüğü, duyumsadığı dünya gerçektir. Gördüğünün “onun gerçeği” olduğunu bilmez çoğunlukla. Dolayısıyla diğer insanlarla bir çatışma yaşadığında hemen haklı olduğunu düşünür. Çünkü objektif bir durumla karşı karşıya olduğunu sanır. Kendi algısının doğru olduğundan emindir. Ben böyle algıladığım için diğer herkes de bu şekilde algılamalı.
Fakat herkes bu şekilde bir mantık yürüttüğünde, herkes kendi algısının nesnel gerçeklik olduğunu düşündüğünde, işte çatışma başlar.
Bu yanılgıyla insanlar kimlikler inşa eder, kurallar koyar. Ben şöyleyim, sen böylesin… Bu nedenle bana böyle davranmalısın… Ben de sana şöyle davranırım…
Çünkü evrenin merkezi “BEN” olduğumdan “benim” evrenimin kuralları geçerli. Ve siz diğerleri, pek tabii bu kurallara harfiyen uymalısınız! İlk kural, her şey benim istediğim gibi olmalı. İkinci kural, herkes beni sevmeli. Üçüncü kural, ben asla hata yapmam! Ez kaza yapsam bile, bunu fark etmemelisin, ya da fark etsen bile bundan bahsetmemelisin. İlla ki bahsetmek istiyorsan da ancak ve ancak bunu pozitif bir çerçevede yapmalısın! Dördüncü kural, düşündüğüm her şey doğrudur. İki dakika sonra fikrimi değiştirsem bile. Ve son kural, herkes bana saygı duymalı. Ben aynı saygıyı göstermesem de!
Nasıl ? Böyle yazıldığında tamamen egosantrik bir bakış açısı olduğunu görebiliyor muyuz?
Üstelik çoğu zaman bu şekilde hareket ettiğimizin farkında değilizdir. Bu nedenle gerek kendi hayatımızda gerek başkalarının hayatında kafa karışıklığı yaratırız. Bu karışıklık bizi nihayetinde mutsuz eder. Çok fazla olumsuz duygu biriktiririz. Bu olumsuz duygulardan yola çıkarak eylemler gerçekleştirir, tavır takınırız. Sonuçta her şey daha çetrefilli hale gelir.
Ama hepsinden öte ve en önemlisi, bunlar neticesinde karma yaratırız…
Tetiklediğimiz her eylem, zihnimizde bir iz, bir tohum bırakır. Ve ilerleyen zamanlarda şartlar denk geldiğinde, o atılmış tohumlar illa ki tomurcuklanır.
Bu yüzden hayatımızda kötü şeyler meydana geldiğinde “bunu hak edecek ne yaptım” diye düşünürüz. Ve çoğunlukla da tersi aklımıza gelmez. Yani iyi şeyler yaşadığımızda genelde bunu neden hak ettiğimizi düşünmeyiz. Aksine daha fazlasını isteriz çünkü daha fazlasını hak ettiğimizden eminizdir.
Hayatı böyle algıladığımızda başkalarıyla nasıl kolaylıkla çatışma yaşayabileceğimizi görebiliyor musunuz?
O halde ne yapmalıyız. Bir kere doğru bellediğimiz her şeye meydan okuyarak ve sorular sorarak başlayabiliriz. Gerçekten var olan, her şeyin merkezi bir BEN olabilir mi? Kendimin dışında algıladığım gerçeklik değişken mi yoksa sabit ve öngörülebilir mi? Güzel olarak etiketlediğim şeyler gerçekten güzel mi? Korkutucu olduğunu düşündüğüm şeyler gerçekten nesnel bir şekilde korkutucu mu?
Doğrularımızı, inançlarımızı, fikirlerimizi yeniden sorguladığımızda ve onlara meydan okuduğumuza zihnimizi genişletir, daha hoşgörülü ve esnek oluruz. Evrenin merkezinde bir “ben” olmadığını anlamaya başlarız.
Buddha nereye gidersek gidelim, bu evrendeki her bir canlıyla ilişki içinde var olduğumuzu vurgular. İşte bu nedenle nasıl davrandığımız büyük bir önem taşır. Çünkü davranışlarımız, tutumlarımız, eylemlerimiz diğer insanların deneyimlerini etkiler.
Eğer, dürüst bir insan olmayı amaçlamışsak, özsaygıya dayalı etik bir yaşam sürmek istiyorsak, hareketlerimizi de detoksa sokmalı ve en önemlisi başkalarına zarar vermeyi bırakmalıyız.
Esasen, başkalarına zarar verdiğimizde kendimize zarar veririz. Bu eylem neticesinde zihnimizde tohum bırakan olumsuz karmamız, en nihayetinde bize acı verecek bir deneyim olarak tomurcuklanır.
Yani tüm sistem bir tazminat düzenine dayanır. Her acı ödüllendirilir, hiçbir fedakârlık zayi olmaz, her borç ödenir. Evren çok iyi bir muhasebecidir ve eylemlerimizin faturasını mutlaka keser!
Başkalarına mutsuzluk kaynağı olduğumuzda, acı verdiğimizde, haksız davrandığımızda, zarara uğrattığımızda, üzdüğümüzde, kendi mutsuzluğumuza, acımıza neden oluruz. Başkalarına karşı iyi davranmak ise kendi mutluluğumuzu sağlar.
İşte bu sebeple mutluluğumuz, başkalarının mutluluğuyla bütünleşiktir.
Dolayısıyla karma denen sistem, aslında altın kuralın kaldığı yerden devam eder: Sana nasıl davranılmasını istiyorsan, başkalarına da öyle davran.
Sanskritçe karma kelimesi “eylem” anlamına gelir. Geleneksel olarak öğretildiği şekliyle karma yasası – ister olumlu ister olumsuz olsun – tüm düşüncelerimizin, sözlerimizin ve eylemlerimizin bir neden-sonuç zinciri yarattığını ve harekete geçirdiğimiz her zincirin etkisini kişisel olarak deneyimleyeceğimizi ifade eder. Bunu dönüp dolaşıp size geri gelecek bir bumerang gibi düşünebilirsiniz.
Çünkü karma yasası bir enerji denklemidir. Damarlarımızda, zihnimizde ve kalbimizde akan hayat enerjidir. Ve her eylemimiz her sözümüzle bu enerjiyi içten dışa göndeririz. Evrensel neden-sonuç yasasına göre, bizden giden enerji bize geri dönecektir. Eğer biz olumlu eylemler, sözler ve düşünceler içinde olmuşsak bize dönen enerjiyle hayatımızda olumlu şeyler meydana gelir.
Bu nedenle karma, başkalarına gönderdiğimiz iyiliği bize geri veren en büyük hayırseverimiz, hatalarımızdan ders almamızı sağlayan önemli öğretmenimizdir.
Bill Murray’nin eski bir filmi var, belki hatırlasınız. “Bugün Aslında Dündü” (Groundhog Day). Pennsylvania’ya haber yapmak için gönderilen egoist bir hava durumu sunucusu (Bill Murray) nedenini anlamadığı bir şekilde her sabah aynı güne uyanmaya başlar. Benmerkezciliğini merhamete dönüştürmeyi, yeteneklerini geliştirmeyi ve kalbini açmayı öğrenene kadar aynı günü tekrar edip durur. Hatalarından ders alıp bunları dönüştürmeyi başardığında ancak yeni bir güne uyanır.
Karma yasası “ektiğini biçmeye” dayandığından bazıları bunu ceza gibi düşünebilir. Ancak esasen bu yasa cezadan çok sevgi yasasıdır. Çünkü ruhumuzun büyüyebilmesi için eylemlerimizin veya eylemsizliğimizin sonuçlarını anlama fırsatına sahip olmaktan daha büyük bir sevgi yoktur. Karma bize başka hiçbir sürecin yapamayacağı kadar sevmeyi öğretir.
O nedenle kimilerinin oyun parkı gibi gördüğü dünya için belki de bir okuldur demek hiç de yanlış sayılmaz. Derslerimizi öğrenene kadar aynı deneyimleri tekrar ederiz. Ve çoğu durumda en önemli öğretmenimiz karmamızdır.
Buddha’nın ifade ettiği gibi; geçmişini bilmek istiyorsan, bugününe bak, geleceği bilmek istiyorsan, bugününe bak… Bugün ne yaptığımız aydınlanma gibi kefarete giden de tek çözümdür.
Neden?
Çünkü karma kaderimiz değildir. Karma elbette ki önemlidir, ancak hür irade daha önemlidir: Her kim olursak olalım başımıza gelen şeyleri hak ettik. Yine her kim olursak olalım, başımıza gelen şeyleri değiştirmemiz de mümkün. Bunun nedeni karmanın kader olmaması.
Bu bağlamda karmanın verdiği en önemli ders, esas olanın içinde bulunduğumuz koşulların ya da başımıza gelen olayların değil, onlara nasıl tepki verdiğimiz olduğudur.
Karma, bulunduğumuz yere nasıl geldiğimizi, yaşamımızın koşullarını, etrafımızda şekillenen olayları, hayatımıza çektiğimiz insanları anlamamıza yardımcı olabilir.
Ancak bize bu koşullara, olaylara ve kişilere nasıl tepki vereceğimizi söylemez. Bu tamamen bize bağlıdır ve kaderimizi belirleyen de budur. Karma yaratmak için hepimiz hür irademizi kullanırız. Tıpkı onu dönüştürmek için hür irademizi kullanabileceğimiz gibi…
Lao Tzu’nun şu dizeleriyle bitirmek istiyorum;
“İyi bir yolcunun sabit planları yoktur ve varmaya odaklanmaz.İyi bir sanatçı, sezgisinin onu istediği yere götürmesine izin verir.İyi bir bilim adamı kendini kavramlardan kurtarmıştır ve açık fikirlidir.Bu nedenle bilge insan herkese açıktırve kimseyi geri çevirmez. Her şeyi kucaklamaya hazırdırve hiçbir şeyi ziyan etmez.Buna ışığa bürünmek denir. İşte bundandır ki iyi insan kötü insanın öğretmenidir. Kötü insan iyi öğretmenin dersidir. Bunu anlamayanlar,ne kadar zeki olsalar da kaybolurlar. İşte bu, en büyük sırdır.*
(* “Tao Te Ching, A New English Version”, Stephen Mitchell, Harper Collins e-book)