Beden vuruşları (EFT) ile bilinçaltı inançlarımızı değiştirebilir miyiz?


Bilinçaltımız duygu ve düşüncelerimiz gibi inançlarımızı da depolar. İnançlar her bireyin hayatının bir noktasında kendi kendine kabul ettiği ve olumsuz olduğu durumlarda hayat kalitesinin düşmesine sebep olan ilkelerden başka bir şey değil. Mesela “bundan daha iyisini bulamam”, “çok şanssızım”, ya da “para bana gelmez” gibi… Bilinçaltımız olumlu ya da olumsuz, birbiriyle bağlantılı ya da değil, çok fazla inançla dolu. Ve kabullenilmiş olumsuz inançlar bireyin özdeğerini ve özkimliğini ne yazık ki fazlasıyla baltalar.

EFT gibi bilinçaltı dönüşüm teknikleriyle bu inançlar bireyin istediği yönde değiştirilebilir, yenilenebilir. Bu sayede hem danışan şimdiye kadar dikkat etmediği olumsuz inançları konusunda farkındalık kazanır, hem de bunları olumlu inançlara dönüştürme fırsatı yakalar. Bunun için öncelikle olumsuz, bireyin yararına olmayan inanç belirlenir. Çoğu durumda birey, bu inancı edinmesini, kabullenmesini sağlayan geçmiş bir olayla yüzleşir. Bu olumsuz inanç ve onu oluşturan sebepler yerine olumlu bir inanç yerleştirilerek bilinçaltının dönüşümü sağlanmış olur.

Korkularımız kaderimizi belirliyor mu?


Bazı insanlar nasıl da hayatta belki sayılı kişinin yapabileceği türde yaratıcı ve etrafına ilham veren bir vizyona sahip oluyor hiç düşündünüz mü? Elbette ki ilk aklımıza gelen “zekâ” faktörü. Ama bir Steve Jobs olmasa da hayallerini gerçekleştiren yüzbinlerce insan olduğu da kuşkusuz. Onları diğerlerinden ayıran ne peki?

Aslında yaşam temel olarak eylemle ilgilidir. Düşüncelerim, duygularımız ve eylemlerimiz birbirleri arasında çok değişik şekillerde sonsuz bir döngü oluştururlar ve bu her zaman “düşünün ve yap” sıralamasını takip etmez.

İnsanlığın başat korkusu ölümdür aslında. Ve benlik duygumuz bu korkumuza tepki olarak doğmuştur. Kaderlerine meydan okuyacak bir benlik duygusu inşa ederek… Benliğimizi düşünmek, hayal etmek, yargılamak için kullanırız.

O zaman sormamız gereken soru şudur aslında: yaratıcı biri, hiç görmediğimiz, henüz var olmayan bir şey yaratmak, onu gerçeğe dönüştürmek için benlik duygusunu, kişisel düşünme kalıplarını nasıl kullanır?

Hepimizin hayalleri vardır. Bazen (hele imgeleme çalışıyorsak) gözlerimizi kapatıp onları son derece gerçekmiş gibi hayal ederiz. Öte yandan sayısız insan hayatlarının çoğunu bir şeyler ummalarına, istemelerine, hayal etmelerine rağmen düşüncelerinde kaybolur ve onları asla tam olarak elde edemez. O zaman nedir buradaki sıkıntı? Nasıl bazıları hayal ettiklerine (uçsuz bucaksız bir yaratıcılığa sahip olmayan sıradan insanlar bile) ulaşabilirken diğerleri bunu başaramaz?

Bu duruma daha net bir cevap vermek için “motivasyon” kavramına dönüp bakmakta fayda var. Evrim, geniş anlamda iki şeyle motive olduğumuzu söylüyor: İlki doğal seleksiyon: yani zararlı olan şeylerden kaçınarak, bir grup kaynak için rakipleri yenerek hayatta kalmak için duyduğumuz motivasyon. Diğeri de cinsel seçim: yani genetik kodumuzu koruma motivasyonu.

Yani geniş çapta baktığımızda bir “zarar görme” korkumuz bir de “koruma” arzumuz bulunuyor.

Zarar görme korkusu, hayatta kalma modunda olduğumuz anlamına gelir. Sürekli olarak olası kayıpları düşünme derdindeyizdir. Bu bağlamda, koruma arzusu daha büyük ufuklarda daha güçlü bir motivasyon kaynağı iken, korku kısa vadede daha acil bir motivasyon aracıdır.

İnsan düşüncesinin karmaşıklığında, hayal dünyasında, bu güdülerin her ikisi de mevcuttur. Bireysel genetik kodumuza bağlı olarak, kültürel ortama bağlı olarak, bizi şekillendiren yaşam deneyimine bağlı olarak, her birimizin içinde bazı korkular da arzular da vardır. Ve bunların hepsi kararlarımızı ve eylemlerimizi etkiler.

Korku ve arzu arasında geniş bir ayrım da yapabiliriz. Korku genellikle engelleyicidir. Tehlikeli durumlara aşırı tepki vermek anlamına gelen bir savaş/kaç tepkisidir aynı zamanda. Öte yandan arzu, içinde yaşadığımız dünyanın daha geniş bağlamında daha fazlasını istememizi sağlayan şeydir. Hayal gücümüzde bu iki dürtü etkileşim halindedir. Korku, harekete geçmemizi veya en azından tutarlı, düşünülmüş eylemler yapmamızı engeller. Arzu ise bizi bir şeyler yapmaya motive eder.

Olaya bu açıdan baktığımızda, bazılarının neden hayallerini gerçeğe dönüştüremediğini açıklar aslında. Eğer düşünceleriniz ve hayal gücünüz aktifse ve hala bir şeyleri gerçekleştiremediyseniz, sorun arzu değil korkudur. Yüzeyde korku gibi görünmüyor olsa bile üstelik… Belki durup düşündüklerinde akıllarında herhangi bir korkuyu saptayamazlar, ancak bir yerlerde onları geride tutan bir şeyleri vardır. Çünkü bekleyen zorlukların üstesinden gelebileceklerine gerçekten inanmazlar ya da üstesinden gelebileceklerine inansalar dahi bu değer olduklarını düşünmezler, veya veya veya… daha birçok kısıtlayıcı korku sıralayabilirim burada.

Dolayısıyla hayal gücünüzdeki düşünceler gerçek dünyada eylemler ve sonuçlar haline gelir, ancak sadece korkularınızı yenecek güce sahipseniz.

Dünyada “yaratıcılık” arzudan doğar. Arzu düşüncelerimizi ve hayal gücümüzü besler. Ve bizi engelleyen herhangi bir korkumuz yoksa veya ortaya çıktıklarında yüzleşecek cesaretimiz ve gücümüz varsa, hayallerimizi gerçekliğe dönüştürememek için hiçbir sebep yoktur.

Korkunun sorunu ise garip bir şekilde ortaya çıkmasıdır. Bazı insanlar doğuştan ve kendiliğinden diğerlerine göre daha yüksek bir endişe belirtisi gösterir. Bazıları korkularını öfkenin, bazıları tembellik ya da ertelemenin arkasına saklar. Ancak hepsinin yolu korkuya varır.

Bu korkuların çözümü kişiseldir elbette. Bunu yenmenin ilk adımı farkındalıktır kuşkusuz. Nerelerde tıkandığınız, hangi engellere çarptığınız, hangi korkularınızla kısıtlandığınız… Eğer daha kesin çözümlere ihtiyaç duyuyorsanız EFT gibi tekniklerle bunların üstesinden gelmeniz mümkün.

Olumsuza odaklanmanın yan etkileri


İnsan beyni şekillendirilebiliyor. Nöroplastisite bunun en iyi kanıtı. Mindfulness ve meditasyon bu konuda destekleyici olarak çok önemli teknikler. Araştırmalar, 8 haftalık meditasyondan sonra prefrontal korteksinin güçlendiğini ve amigdalanın küçüldüğünü gösteriyor.

Prefrontal korteks neden önemli? Çünkü bizi hayvanların geri kalanından ayıran en büyük özelliğimiz (diğer türlerden farklı olarak beynimizin %30’unu oluşturuyor). Odaklanma, öngörüler, yargılama, dürtü kontrolü, organizasyon, planlama, hatalardan öğrenme, empati vb. gibi özelliklerimizin kaynağı. Sol beynimiz, mutlu, pozitif kısımdır. Sağ taraf, daha korkutucu, kederli, olumsuz taraftır. Sağ taraf korkuyu bir nedenden dolayı görür. Fakat baktığınız her yerde korkuyu görmemek için ona koşum takmanız gerekiyor.

Biz insanoğlu olarak korku için programlandık. Beyin tehlikelere ve olumsuzluklara odaklanmak üzerine ayarlanmıştır. Tabii bunu değiştirmek için çalışmadığınız sürece. Kendinizi ne kadar çok olumsuz düşüncelere verirseniz, kullandığınız nöral rotalar o kadar sağlamlaşır, derinleşir ve oradan da geri dönmek giderek zorlaşır.

Bilinçaltı korkularımız


İnsanları geride tutan, başarıdan alıkoyan, hayallerinin önüne geçen esas unsur nedir? Korku. Sadece başarısızlık korkusu değil, başarı korkusu da. Belki birçoğunuz korkularınız olmadığını düşünüyorsunuz. Aslında, korkularımızın büyük bir kısmı bilinçdışıdır. Konuya dair yapılan araştırmalar, katılımcılara 10 ila 30 milisaniye süreliğine onları tedirgin edecek bir resim gösterildiğinde, bu resmi gördüklerinin “bilinçli olarak” farkına varmasalar dahi, beynin kaygı merkezi olan amigdalanın alarm vermeye başladığını kanıtlıyor. Yani kaygı merkezindeki depremler düşünen, bilinçli zihnimizde artçı depremlere yol açıyor.

Bu ne demek oluyor peki? Prefrontal korteksiniz, hedeflerinize ulaşmanız, hayatınızda olumlu yönde birtakım değişiklikler yapmanız için çabalasa da, gerçekte hissetmediğiniz, hatta farkında dahi olmadığınız bilinçdışı korkularınız beyninizin karar alan bu bölümünün işlevini bozuyor.

Aslında birçoğumuz, başarılarımızın önündeki engelin bilinçdışı korkularımız olduğunun bile farkında değil.

Kaygı merkezi, siz belki korktuğunuzun idrakında bile olmadan alarm durumuna geçtiğinde bu aynı zamanda motivasyonunuzu da olumsuz yönde etkiliyor. Yani harekete geçmek için gerekli motivasyonu kaybediyoruz. Yani kaygı merkezimin farkında olmasak da aslında harekete geçmemizi engelliyor.

Peki bu sisteme fake atmanın bir yolu yok mu? Var tabii. İşte size birkaç öneri;

– Hep tekrar tekrar yazıyorum, yazmaya da devam edeceğim, düzenli meditasyon ve mindfulness prefrontal korteksin güçlenmesini ve amigadalanın küçülmesini sağlıyor. Ayrıca; beyninizin odağını nefesinize getirirseniz ve kendinize anlattığınız hikayeleri (o dırdırcı iç sesinizi) dinlemeyi bırakırsanız, kaygıyı azaltabilir ve yaratıcılığı artırabilirsiniz. Bu yöntemin aynı zamanda genlerimizi de değiştirdiği bilimsel olarak kanıtlanmış durumda (bu konu için bakınız Bruce Lipton kitapları).

– Öte yandan yapılan araştırmalar, olasılıklara ve en yüksek benliğinize inandığınızda beyninizdeki ödül merkezinin harekete geçtiğini keşfetmiş. Ödül merkezinin aktive olması bizi eyleme geçirmesi açısından önemli faktörlerden biri.

– Bir diğer önemli nokta, dilimizi yeniden şekillendirmek. Negatif kurulumlardan pozitif kurulumlara geçmeli, negatif düşündüğümüzde bunun neden mantıksız olduğunu (yazarak ya da sözlü olarak) kendimize söylemeli ve kendimizi yargılamadan, objektif gerçeğin ne olduğunu tıpkı 5 yaşında bir çocuğa anlatır gibi anlatmalıyız (aynı nezaketle!)

– Aynı şey kaygı, stres, panik yaşadığınızda da geçerli. Böyle durumlarda hissettiğinizde kendinize “bunun geçeceğini” söyleyin. Bunu beyninize söyleyin! Kendi kendinize sesli konuşun yani. Kendi kendine konuşma sistemi sakinleştiren, ayrıca eleştirel iç sesi susturan bir eylem.

– Bir de odağınızı problemlere değil “çözümlere” getirin. Odak neredeyse enerji oraya akar. Enerjinizi akıttığınız şey hayat bulur. Dikkatinizi oraya verin ki tüm sistem problemi değil çözümü üretmek için çalışsın.

– Bir de özellikle çözüm konusunda yazarak çalışın. Mesela hayatınızdaki hangi a, b, c, konularını değiştirirseniz hayatınızın daha iyi olacağını düşündüğünüz şeyleri yazın. Yazmak önemlidir. Çünkü alternatiflerin yayılmasını tetikler. Beyninizi o konulara odaklanmak için daha kararlı hale getirir.