Olumlamalar nede işe yaramaz?


Kimilerinin bizzat uyguladığı, kimilerinin sağdan soldan kulak aşinası olduğu, bir şekilde uzun zamandır hayatlarımızda olan bir kavram “olumlama”. Ben aslında olumlamadan çok “onaylama” terimini tercih ediyorum, ancak o da bu yazının konusu değil.

Peki nedir bu yazının konusu?

Olumlamaların neden işe yaramadığı… En son gerçekleşmesini istediğiniz bir şey için olumlama yapıp da gerçekleştiğini hatırlıyor musunuz? Evet, enerji psikolojisi alanında çalışmış çok büyük isimlerin “düşüncelerimizi kontrol edersek gerçekliğimizi kontrol edebileceğimizi” anlattıklarını biliyoruz. Bu konuda haklı oldukları yadsınamaz. Bilişsel terapinin bize kattığı üzere, çarpıtılmış düşüncelerimizin nelere yol açtığı ve bunları nasıl düzeltebileceğimiz konusunda olduğu gibi… Söz büyüdür, sözün temeli olan düşünce de büyüdür; muhakkak…

Ama iş olumlamalara gelince bir şeylerin ters gittiği de aşikâr… Siz de belki en iyilerden öğrendiğiniz gibi olumlamalarınızı kağıtlara yazdınız, onları sürekli görebileceğiniz bir yerlere astınız ve belki defalarca tekrarladınız… Ama beklediğiniz sonucu alamadınız, di mi?

Belki doğru düzgün yapamadığınızı ya da bir şeyleri yanlış yaptığınızı düşündünüz. Ya da zaten olumladığınız şeyi hak etmediğiniz kanaatine vardınız. Yahut, “kader, kısmet” dediniz…

Cevap tabii ki bunların HİÇBİRİ değil!

Olumlamaların çoğunlukla işe yaramamasının sebebi, bilinçaltını değil, bilinçli zihninizi hedef alması. Daha doğru anlatımıyla bilinçaltınıza ulaşamaması… Eğer olumlamaya çalıştığınız şey, bilinçaltınızda kayıtlı olan olumsuz bir inançla ters düşüyorsa, kritik zihne çarparak bilinçaltına ulaşamadan bumerang gibi geri dönüyor… Yani siz ne kadar “gelirimi çoğaltmak istiyorum” ya da “hayatımda bolluk ve bereket olmasına izin veriyorum” derseniz deyin, eğer bilinçaltınızda daha fazla geliri ya da bolluk ve bereketi “hak etmediğinize”, ya da “paranın insanı mutsuz ettiğine”, ya da “paranın size gelmeyeceğine” vb. gibi kısıtlayıcı inanç kalıplarınız varsa, kimin kazandığını tahmin edebiliyorsunuz öyle değil mi?

Olumlamaların çok nadiren işe yaramasının tek sebebi ise “tekrar yasası”. Tekrar yasasını günde iki defa doğruyu gösteren bozuk bir saat gibi düşünebilirsiniz. Olumlamanızı o kadar sık ve o kadar çok tekrar edersiniz ki, bir noktada, kritik zihnin aşırı yüklü olduğu bir ana denk gelerek onu atlatabilir ve bilinçaltına ulaşabilir.

Ancak burada da şöyle ufak bir sorun olduğunu hatırlatayım; yaptığınız olumlamayla ilgili bilinçaltında onun tam tersini doğrulayan yüz tane kayıt varsa sizin bu dengeyi bozmak ve aksi yönde bir inanç oluşturmak için yüz birinci kayda ihtiyacınız var. (Gerekli not: bunu sakın yaptığımız bireysel çalışmalarla karıştırmayın! Bireysel çalışmalarda bilinçaltındaki işlem görmemiş kaydı yüzeye çıkarıyor ve sorunun kökenine inerek şifalanmasını sağlıyor, tüm bunları enerji bedenine müdahale ederek yapıyoruz. Şu an sadece ve sadece “olumlamalardan” bahsediyorum).

Yani sırf pozitif cümleler kurarak bir şeyleri yoktan var etmek pek o kadar kolay değil.

Burada hemen bir not girmek istiyorum ama! Ben size olumlamalarınızı yazmayın demiyorum. Hedeflerinizi, niyetlerinizi onlara “odaklanmak” amacıyla mutlaka yazın. Ancak bir kere yazıp sonra 30 gün okumakla da olmuyor. Her gün yazın. El yazınızla! Bilinçaltınız el yazınızı tanır. El yazınızla yadıklarınız bilinçaltına daha kolay ulaşır. FAKAT: Yazmakla da kalmayın üstelik, parmağınızla da – hani çocuklar oku-yazma öğrenirken parmaklarıyla okuduklarının üzerinden geçerler ya, aynen o şekilde – okuduğunuzu takip edin. Bu beyninize neye odaklanması gerektiğini söyleyen bir elektrik sinyali gönderir.

İmgelemenin gücü burada devreye giriyor işte. Ama imgeleme de bu yazının konusu değil, o yüzden devam ediyorum.

Farz edelim “çirkin ve değersiz” olduğunuza dair olumsuz bir inanç kalıbınız var. Kendinize olumlamalarla “güzel ve değerli olduğunuzu” her söylediğinizde bilinçaltı “ama hayır, ben çirkin ve değersizim” inancını tekrar ediyor. Çünkü ona “büyük patron” yani bilinçli zihniniz tarafından “çirkin ve değersiz” olduğunuzu hissetmeniz gerektiği talimatı verildi. Daha evvel birçok yazıda belirttiğim gibi bilinçaltı sadık bir emir eri gibi ne söylerseniz onu yapar. Siz inancınızın tam tersi olumlamalar yapınca olumsuz inanç kalıbı varlığını sürdürmek için ciddi mücadele verir ve daha da güçlenir, yerini sağlama almaya çalışır.

Peki o zaman, geriye bir tek imgeleme mi kalıyor, ama ben o konuda iyi değilim, başka ne var? diye düşünüyor olabilirsiniz…

———————————————————————————————————————-

Ancak imgelemenin enerji psikolojisi alanında oldukça kuvvetli ve mutlaka tavsiye edilen bir teknik olduğunu söylemeden geçmeyeyim… İmgeleme yaptığınızda, beyninizin en derin kısmı, görsel korteksinizle etkileşime geçersiniz. İmgelediğinizde, beyninizin imgeleme yapan kısmı, bunun gerçek mi yoksa hayal ürünü mü olduğunun ayrımını yapamaz. Bununla birlikte, başarmak istediğiniz bir şeyi, ulaşmak istediğiniz bir hedefi imgelediğinizde, bunları sağlamlaştıracak nöral bağlantılar kurmaya başlarsınız. Ve şaşırtıcı bir şey olur. Otomatisite denen şey süreci devralır ve düzenli olarak imgelediğiniz şey otomatik hale gelir. Otomatik hale gelir gelmez beyninizin deha bölümü (sol prefrontal korteks) devreye girer ve o hedefi gerçekten başarmanız için çözüm aramaya başlar.

———————————————————————————————————————-

Olumlamaya iyi bir alternatif, bilgilendirici bir doğrulama cümlesi kurmaktansa “sorgulayıcı” bir yaklaşım. Olumlamaların umut edici yönde bir “beyan” olduğunu unutmayın. Kendinizi sevdiğinizi beyan ediyorsunuz, zengin olduğunuzu beyan ediyorsunuz, başarılı olduğunuzu beyan ediyorsunuz vs… Ama gerçekten bunların hiçbirine inanmadığınız için, yani bilinçaltınızda bu beyanı doğrulayıcı bir kayıt olmadığı için başaramıyorsunuz.

Etrafınızda Access Bars ile ilgilenen birileri varsa mutlaka “bundan daha iyi nasıl olur?” sorusunu duymuşsunuzdur… Hayır, bunun yerine kendinize “bu” soruyu sorun demiyorum. Sadece beyan etmek yerine sorgulayıcı yöntemi deneyin, yani SORU SORUN diyorum. Ancak şu çok önemli; soru sorun fakat cevabını aramayın! Bırakın o işi bilinçaltı yapsın..

Buna dair 2010 yılında yürütülmüş bir araştırma da var. Çalışmanın detaylarına girmeyeceğim ama çıkan sonuçlara göre araştırmacılar, herhangi bir konuda başarılı sonuçlar elde etmek istediğimizde kendimize “soru sormanın” bir şeyleri “beyan etmekten” daha güçlü netice verdiğini ortaya koymuşlar. (“Motivating goal-directed behavior through introspective self-talk: the role of the interrogative form of simple future ten“, I. Senay, D. Albarracin, K. Noguchi, 2010).

Soru sormak çok büyülü, çünkü bilinçaltımıza o “sorunun cevabını bulması gerektiği” mesajını veriyorlar… Merakımızı harekete geçiriyorlar kısaca… Bu strateji olumlamalardan daha iyi çalışıyor çünkü olumsuz düşüncelerinizi, hislerinizi, inanç kalıplarınızı yok saymıyor ve onlarla mücadeleye girişmiyor. Böylece bilinçaltınızla müttefik olmaya başlıyorsunuz, ki onun da yaratıcı çözümler üretmekte ne kadar iyi olduğunu tahmin ediyorsunuzdur.

Siz de olumlamalarınızı beyan cümlesinden çıkararak sorgulamalı öz konuşmalara dönüştürebilirsiniz.

Nasıl mı? Mesela, “hayatıma bolluk ve bereketin girmesini seçiyorum” yerine “hayatımda bolluk ve bereketi arttırmak için neler yapabilirim?”, ya da “kilo vermek istiyorum” yerine “daha sağlıklı beslenmek ve kendimi bedenimde iyi hissetmek için neler yapabilirim?”, ya da “mutlu olacağım bir birlikteliği hayatıma çekiyorum” yerine “kendimle, kendi hayatımda mutlu olmak için neler yapabilirim? Bu mutluluğu nasıl bir yol arkadaşı (hayat arkadaşı) ile paylaşabilirim?” vb. gibi…

———————————————————————————————————————-

2010 yılında Psychological Science dergisinde yayınlanan bir araştırma konuya ışık tutuyor. İster olumlu görüşler gibi pozitif, ister kısıtlayıcı inanç kalıpları gibi negatif olsun, kendi kendine konuşma bir “beyan” yerine geçerken, sorgulayıcı konuşma ise sadece soru sormakla ilgili.

Yapılan araştırmada, dört farklı katılımcı grubundan birtakım anagramlar çözmeleri istenmiş. Ancak göreve başlamadan önce, araştırmacıların onların el yazısıyla ilgilendikleri söylenmiş ve her gruptan el yazısıyla 20 kez “yapacağım,” “yapacak mıyım?”, ya da “ben” yazmaları istenmiş. “Yapacak mıyım?” yazan katılımcıların diğer gruplardan neredeyse iki kat daha fazla anagram çözdüğü gözlemlenmiş.

———————————————————————————————————————-

Otomatik pilottan çıkın


Farkındalık tekamülün temel taşı… Kendimizle ilgili ne kadar keşif yapar, ne kadar kapı açarsak, açılacak o kadar çok kapı olduğunu fark ederiz. Etrafımızda ve hayatımızda olup bitenlere karşı edindiğimiz bakış açısı bizim için dünyamızı ve varlığımızı büyük ölçüde belirler. Bu yüzden muhtemelen hayatta öğrenebileceğimiz en hayati ders, düşündüğümüzün önemidir. Eğer sürekli başarısızlığı düşünüyorsanız, ya da odağınız hep başarısızlık üzerineyse, kaçınılmaz olarak başarısız olmanın yolunu bulursunuz. Eğer sağlık veya bereket ise odağınız, daha fazla sağlık ya da bereket için yol açan bilinçli bir karar verirsiniz. Ne yazık ki birçoğumuz edindiğimiz bakış açısının farkında olmuyor, onu bilinçli olarak seçmiyoruz. Gizli davranışlarımız olarak kabul edilebilecek düşüncelerimiz yaşamın akışına bırakıldıkça etrafımızdaki olaylar ve başkaları tarafından şartlandırılıyor. Bu nedenle yaşadığımız sorunlarımızın temelinde yatan, farkındalık eksikliğidir. Yapmamız gereken tek şey ise, bu otomatik pilot halinden çıkarak farkındalığı normalde bilinçsiz geçirdiğimiz süreçlere yaymak.

Yüzeysellikten çıkan, keskin gözleme dayanan, bunu yaparken de yargılamayan, alışılmış ya da zorlayıcı tepkiler içermeyen, ancak hayat deneyiminin akışında gerçekte ne olduğunu açıkça kabul eden bir gözlem… Bu farkındalık anda kalıp olup biteni gözlemlemek kadar, kendine dönüp kendini de keşfetmek, iç dünyamızı nasıl fark ettiğimizi ve izlediğimizi bilmek aslında. İçimizde neler olduğunu fark ettiğimizde, yaptığımız hatalar ya da yanlış kararlar, seçimler konusunda kendimize acı çektirmek yerine, onları insan olmanın kaçınılmaz bir parçası olarak kabul edebiliriz. Farkındalık kendimiz hakkında bilgi birikiminin ötesine geçer: bu aynı zamanda iç durumumuza açıklıkla bakabilmekle ilgilidir.

Zihnimiz, duygusal yaşamımızın bir planını oluşturmak için belirli bir olaya nasıl tepki verdiğimize dair bilgileri saklama konusunda son derece beceriklidir. Bu bilgiler, gelecekte de benzer bir olayla karşılaştığımızda, belirli bir şekilde tepki vermemiz için şartlandırmamızla sonuçlanır. Farkındalık, bu otomatik pilottan çıkarak zihni ondan kurtarmanın temelini oluşturabilecek olan bu şartlanma ve zihnin önyargılarının bilincinde olmamızı sağlar. Duygularımızı ve düşüncelerimizi andan ana izleme yeteneği, kendimizi daha iyi anlamak, kendimizle barışık olmak ve düşüncelerimizi, duygularımızı ve davranışlarımızı aktif olarak yönetebilmenin anahtardır.

Neden “beden vuruşu”?


“Neden bilinçaltıma söz dinletemiyorum” diye düşündünüz mü? Ne kadar olumlamalar tekrar etsek de, dileklerimizi, niyetlerimizi, hedeflerimizi sayfalara döksek de, bir türlü amacımıza ulaşamıyor, bilinçaltı dediğimiz o haşarı çocuğu dize getiremiyoruz, öyle değil mi?

Bunun nedeni aslında çok basit… Bütün bunları yaparken esas olana, yani enerji bedenine müdahale etmeyişimiz…

Peki enerji bedenine nasıl mı müdahale ediyoruz?

Bunun için birçok teknik mevcut. Bunlardan biri de BEDEN VURUŞU (İngilizce kısaltmasıyla EFT (Emotional Freedom Technique) yani Duygusal Özgürleşme Tekniği).

Beden vuruşlarıyla duyguları, deneyimleri, yanlış inançları ve kararları dönüştürmek, yaşadığınız travmaları, korkuları, fobileri, kaygıları, her türlü sorununuzu onun kökenine inerek, onunla yüzleşmenizi sağlayarak dönüştürmek mümkün. Beden vuruşları sayesinde belki de uzun zamandır hayatınız tökezleten, cehenneme çeviren sıkıntılarınızdan arınabilir, daha sağlıklı, daha özgüvenli, kendinizi daha iyi hissettiğiniz bir hayata merhaba diyebilirsiniz.

Negatif paternleri geride bırakabilirsiniz


Negatif paternler aslında bir sebep için gelişir. Mesela alkolik bir ebeveynle büyümüş bir çocuk ileride kendini korumak için duvarlar örmeye başlamış olabilir. Bu duygusal ve fiziksel açıdan yaşamsal bir dürtüdür ve gayet anlaşılabilir. Ama yıllar sonra o çocuk büyüyüp gayet güven içinde yaşayan bir birey olsa dahi, ördüğü bu duvarlar ve geliştirdiği başka korunma mekanizmaları işlemeye devam eder. O duvarlara artık ihtiyacı olmasa da onlar hala oradadır. O duvarlar artık bir alışkanlık haline gelmiştir. Biz büyüdükçe bu negatif, koruyucu paternler daha da sağlamlaşmaya, kalıcı olmaya başlar ve bazen özel hayatımızı da iş hayatımızı da sabote eder hale gelir.

Beden vuruşlarıyla artık işinize yaramayan ve size yük olan bu eski paternlerden kurtulabilirsiniz. Bunun için öncelikle olumsuz, bireyin yararına olmayan patern belirlenir ve onu oluşturan sebeplerle yüzleşilir. Ardından bu negatif patern yerine tam tersi, olumlu, pozitif yeni inançlar ve yorumlar yerleştirilerek bilinçaltının dönüşümü gerçekleşmiş olur. EFT ile ihtiyaç duyduğunuz her şeyi dönüştürebilir, daha sağlıklı, daha özgüvenli, kendinizi daha iyi hissettiğiniz bir hayat yaşayabilirsiniz.

Beden vuruşları (EFT) ile bilinçaltı inançlarımızı değiştirebilir miyiz?


Bilinçaltımız duygu ve düşüncelerimiz gibi inançlarımızı da depolar. İnançlar her bireyin hayatının bir noktasında kendi kendine kabul ettiği ve olumsuz olduğu durumlarda hayat kalitesinin düşmesine sebep olan ilkelerden başka bir şey değil. Mesela “bundan daha iyisini bulamam”, “çok şanssızım”, ya da “para bana gelmez” gibi… Bilinçaltımız olumlu ya da olumsuz, birbiriyle bağlantılı ya da değil, çok fazla inançla dolu. Ve kabullenilmiş olumsuz inançlar bireyin özdeğerini ve özkimliğini ne yazık ki fazlasıyla baltalar.

EFT gibi bilinçaltı dönüşüm teknikleriyle bu inançlar bireyin istediği yönde değiştirilebilir, yenilenebilir. Bu sayede hem danışan şimdiye kadar dikkat etmediği olumsuz inançları konusunda farkındalık kazanır, hem de bunları olumlu inançlara dönüştürme fırsatı yakalar. Bunun için öncelikle olumsuz, bireyin yararına olmayan inanç belirlenir. Çoğu durumda birey, bu inancı edinmesini, kabullenmesini sağlayan geçmiş bir olayla yüzleşir. Bu olumsuz inanç ve onu oluşturan sebepler yerine olumlu bir inanç yerleştirilerek bilinçaltının dönüşümü sağlanmış olur.

Korkularımız kaderimizi belirliyor mu?


Bazı insanlar nasıl da hayatta belki sayılı kişinin yapabileceği türde yaratıcı ve etrafına ilham veren bir vizyona sahip oluyor hiç düşündünüz mü? Elbette ki ilk aklımıza gelen “zekâ” faktörü. Ama bir Steve Jobs olmasa da hayallerini gerçekleştiren yüzbinlerce insan olduğu da kuşkusuz. Onları diğerlerinden ayıran ne peki?

Aslında yaşam temel olarak eylemle ilgilidir. Düşüncelerim, duygularımız ve eylemlerimiz birbirleri arasında çok değişik şekillerde sonsuz bir döngü oluştururlar ve bu her zaman “düşünün ve yap” sıralamasını takip etmez.

İnsanlığın başat korkusu ölümdür aslında. Ve benlik duygumuz bu korkumuza tepki olarak doğmuştur. Kaderlerine meydan okuyacak bir benlik duygusu inşa ederek… Benliğimizi düşünmek, hayal etmek, yargılamak için kullanırız.

O zaman sormamız gereken soru şudur aslında: yaratıcı biri, hiç görmediğimiz, henüz var olmayan bir şey yaratmak, onu gerçeğe dönüştürmek için benlik duygusunu, kişisel düşünme kalıplarını nasıl kullanır?

Hepimizin hayalleri vardır. Bazen (hele imgeleme çalışıyorsak) gözlerimizi kapatıp onları son derece gerçekmiş gibi hayal ederiz. Öte yandan sayısız insan hayatlarının çoğunu bir şeyler ummalarına, istemelerine, hayal etmelerine rağmen düşüncelerinde kaybolur ve onları asla tam olarak elde edemez. O zaman nedir buradaki sıkıntı? Nasıl bazıları hayal ettiklerine (uçsuz bucaksız bir yaratıcılığa sahip olmayan sıradan insanlar bile) ulaşabilirken diğerleri bunu başaramaz?

Bu duruma daha net bir cevap vermek için “motivasyon” kavramına dönüp bakmakta fayda var. Evrim, geniş anlamda iki şeyle motive olduğumuzu söylüyor: İlki doğal seleksiyon: yani zararlı olan şeylerden kaçınarak, bir grup kaynak için rakipleri yenerek hayatta kalmak için duyduğumuz motivasyon. Diğeri de cinsel seçim: yani genetik kodumuzu koruma motivasyonu.

Yani geniş çapta baktığımızda bir “zarar görme” korkumuz bir de “koruma” arzumuz bulunuyor.

Zarar görme korkusu, hayatta kalma modunda olduğumuz anlamına gelir. Sürekli olarak olası kayıpları düşünme derdindeyizdir. Bu bağlamda, koruma arzusu daha büyük ufuklarda daha güçlü bir motivasyon kaynağı iken, korku kısa vadede daha acil bir motivasyon aracıdır.

İnsan düşüncesinin karmaşıklığında, hayal dünyasında, bu güdülerin her ikisi de mevcuttur. Bireysel genetik kodumuza bağlı olarak, kültürel ortama bağlı olarak, bizi şekillendiren yaşam deneyimine bağlı olarak, her birimizin içinde bazı korkular da arzular da vardır. Ve bunların hepsi kararlarımızı ve eylemlerimizi etkiler.

Korku ve arzu arasında geniş bir ayrım da yapabiliriz. Korku genellikle engelleyicidir. Tehlikeli durumlara aşırı tepki vermek anlamına gelen bir savaş/kaç tepkisidir aynı zamanda. Öte yandan arzu, içinde yaşadığımız dünyanın daha geniş bağlamında daha fazlasını istememizi sağlayan şeydir. Hayal gücümüzde bu iki dürtü etkileşim halindedir. Korku, harekete geçmemizi veya en azından tutarlı, düşünülmüş eylemler yapmamızı engeller. Arzu ise bizi bir şeyler yapmaya motive eder.

Olaya bu açıdan baktığımızda, bazılarının neden hayallerini gerçeğe dönüştüremediğini açıklar aslında. Eğer düşünceleriniz ve hayal gücünüz aktifse ve hala bir şeyleri gerçekleştiremediyseniz, sorun arzu değil korkudur. Yüzeyde korku gibi görünmüyor olsa bile üstelik… Belki durup düşündüklerinde akıllarında herhangi bir korkuyu saptayamazlar, ancak bir yerlerde onları geride tutan bir şeyleri vardır. Çünkü bekleyen zorlukların üstesinden gelebileceklerine gerçekten inanmazlar ya da üstesinden gelebileceklerine inansalar dahi bu değer olduklarını düşünmezler, veya veya veya… daha birçok kısıtlayıcı korku sıralayabilirim burada.

Dolayısıyla hayal gücünüzdeki düşünceler gerçek dünyada eylemler ve sonuçlar haline gelir, ancak sadece korkularınızı yenecek güce sahipseniz.

Dünyada “yaratıcılık” arzudan doğar. Arzu düşüncelerimizi ve hayal gücümüzü besler. Ve bizi engelleyen herhangi bir korkumuz yoksa veya ortaya çıktıklarında yüzleşecek cesaretimiz ve gücümüz varsa, hayallerimizi gerçekliğe dönüştürememek için hiçbir sebep yoktur.

Korkunun sorunu ise garip bir şekilde ortaya çıkmasıdır. Bazı insanlar doğuştan ve kendiliğinden diğerlerine göre daha yüksek bir endişe belirtisi gösterir. Bazıları korkularını öfkenin, bazıları tembellik ya da ertelemenin arkasına saklar. Ancak hepsinin yolu korkuya varır.

Bu korkuların çözümü kişiseldir elbette. Bunu yenmenin ilk adımı farkındalıktır kuşkusuz. Nerelerde tıkandığınız, hangi engellere çarptığınız, hangi korkularınızla kısıtlandığınız… Eğer daha kesin çözümlere ihtiyaç duyuyorsanız EFT gibi tekniklerle bunların üstesinden gelmeniz mümkün.

Bilinçaltı korkularımız


İnsanları geride tutan, başarıdan alıkoyan, hayallerinin önüne geçen esas unsur nedir? Korku. Sadece başarısızlık korkusu değil, başarı korkusu da. Belki birçoğunuz korkularınız olmadığını düşünüyorsunuz. Aslında, korkularımızın büyük bir kısmı bilinçdışıdır. Konuya dair yapılan araştırmalar, katılımcılara 10 ila 30 milisaniye süreliğine onları tedirgin edecek bir resim gösterildiğinde, bu resmi gördüklerinin “bilinçli olarak” farkına varmasalar dahi, beynin kaygı merkezi olan amigdalanın alarm vermeye başladığını kanıtlıyor. Yani kaygı merkezindeki depremler düşünen, bilinçli zihnimizde artçı depremlere yol açıyor.

Bu ne demek oluyor peki? Prefrontal korteksiniz, hedeflerinize ulaşmanız, hayatınızda olumlu yönde birtakım değişiklikler yapmanız için çabalasa da, gerçekte hissetmediğiniz, hatta farkında dahi olmadığınız bilinçdışı korkularınız beyninizin karar alan bu bölümünün işlevini bozuyor.

Aslında birçoğumuz, başarılarımızın önündeki engelin bilinçdışı korkularımız olduğunun bile farkında değil.

Kaygı merkezi, siz belki korktuğunuzun idrakında bile olmadan alarm durumuna geçtiğinde bu aynı zamanda motivasyonunuzu da olumsuz yönde etkiliyor. Yani harekete geçmek için gerekli motivasyonu kaybediyoruz. Yani kaygı merkezimin farkında olmasak da aslında harekete geçmemizi engelliyor.

Peki bu sisteme fake atmanın bir yolu yok mu? Var tabii. İşte size birkaç öneri;

– Hep tekrar tekrar yazıyorum, yazmaya da devam edeceğim, düzenli meditasyon ve mindfulness prefrontal korteksin güçlenmesini ve amigadalanın küçülmesini sağlıyor. Ayrıca; beyninizin odağını nefesinize getirirseniz ve kendinize anlattığınız hikayeleri (o dırdırcı iç sesinizi) dinlemeyi bırakırsanız, kaygıyı azaltabilir ve yaratıcılığı artırabilirsiniz. Bu yöntemin aynı zamanda genlerimizi de değiştirdiği bilimsel olarak kanıtlanmış durumda (bu konu için bakınız Bruce Lipton kitapları).

– Öte yandan yapılan araştırmalar, olasılıklara ve en yüksek benliğinize inandığınızda beyninizdeki ödül merkezinin harekete geçtiğini keşfetmiş. Ödül merkezinin aktive olması bizi eyleme geçirmesi açısından önemli faktörlerden biri.

– Bir diğer önemli nokta, dilimizi yeniden şekillendirmek. Negatif kurulumlardan pozitif kurulumlara geçmeli, negatif düşündüğümüzde bunun neden mantıksız olduğunu (yazarak ya da sözlü olarak) kendimize söylemeli ve kendimizi yargılamadan, objektif gerçeğin ne olduğunu tıpkı 5 yaşında bir çocuğa anlatır gibi anlatmalıyız (aynı nezaketle!)

– Aynı şey kaygı, stres, panik yaşadığınızda da geçerli. Böyle durumlarda hissettiğinizde kendinize “bunun geçeceğini” söyleyin. Bunu beyninize söyleyin! Kendi kendinize sesli konuşun yani. Kendi kendine konuşma sistemi sakinleştiren, ayrıca eleştirel iç sesi susturan bir eylem.

– Bir de odağınızı problemlere değil “çözümlere” getirin. Odak neredeyse enerji oraya akar. Enerjinizi akıttığınız şey hayat bulur. Dikkatinizi oraya verin ki tüm sistem problemi değil çözümü üretmek için çalışsın.

– Bir de özellikle çözüm konusunda yazarak çalışın. Mesela hayatınızdaki hangi a, b, c, konularını değiştirirseniz hayatınızın daha iyi olacağını düşündüğünüz şeyleri yazın. Yazmak önemlidir. Çünkü alternatiflerin yayılmasını tetikler. Beyninizi o konulara odaklanmak için daha kararlı hale getirir.