Şartlandırma, beklenti, anlam atama


“Şartlandırma” nasıl gerçekleşir? Eski bir anıyı fizyolojik bir değişiklikle ilişkilendirdiğimizde şartlanma gerçekleşir, çünkü bunu daha önce birçok kez deneyimlemişizdir. Mesela, başınız ağrıdı, siz de ağrı kesici içtiniz. Ağrınız bir süre sonra geçti, yani fizyolojik bir değişim gerçekleşti. Yaptığınız bu seçimi hatırlamanızı sağlayan iç durumunuzdaki değişim, yani ağrının gitmesidir.

Böylece, ağrı kesici almak bizde belirli bir deneyim yaratır. Çünkü bu deneyim fizyolojik bir tepki üretmiş ve iç ortamımız değişmiştir. İç dünyanızda bir değişiklik fark ettiğiniz anda, dış çevrenizde değişikliğe neden olan şeyin ne olduğuna dikkat edersiniz. Bu olaya, yani dışınızdaki bir şeyin içinizdeki bir şeyi değiştirdiği o olaya “çağrışımsal anı denir.

Süreci tekrar tekrar devam ettirirsek, dış uyaran o kadar güçlü hale gelebilir ki, otomatik bir iç yanıtın gerçekleşmesini dahi sağlayabilir. Pavlov’un köpeklerine yaptığı gibi…

İkinci unsur olan “beklenti, farklı bir sonuç beklemek için bir nedenimiz olduğunda devreye girer. Mesela, kilo fazlamız var ve bir spor hocasıyla çalışmaya başlayacağız. Hocanın bize özel bir spor ve diyet programı çıkartıp belirli bir çalışma süresinde bu programı yaptığımızda belirli bir kiloya inebileceğimizi söylemesi üzerine, bu öneriyi kabul edip bu programa başladığımızda farklı bir şey beklediğimizi varsayarız. Yani artık programa başladığımızdaki kilonun altına inmeyi. Bu durumda gerçekleşen, spor hocasının telkin düzeyimizi etkilemiş olmasıdır.

Daha telkin alabilir hale geldiğimizde, kendimiz dışındaki bir şeyi (yeni diyet ve spor programını) doğal olarak farklı bir olasılık (kilo vermeye başlamak) seçimi ile ilişkilendiririz. Aklımızda, farklı bir gelecek potansiyeli seçeriz ve bu farklı sonucu elde etmeyi bekleriz.

Seçtiğimiz yeni sonucu duygusal olarak kabul edip kucaklarsak ve duygularımızın yoğunluğu yeterince büyükse (bakın gene konu dönüyor dolaşıyor YOĞUN DUYGU meselesine bağlanıyor, sakın bunu es geçmeyin!) beynimiz ve bedenimiz, kilo vermiş olmayı hayal etmemizle bu durumun gerçekten gerçekleştiği arasındaki farkı bilemez (daha evvel bahsettiğim piyano örneğini hatırlayın). Beyin ve beden için iki durum da aynıdır. Yani gerçeklik ile o gerçekliğin hayali…

Sonuç olarak beyin, vücudumuza kilo vermeye başladığımızdaki gibi aynı nöral devreleri sinyaller ve benzer kimyasallar salgılar. O zaman beklediğimiz şey (yani kilo vermeye başlamak) gerçekleşir, çünkü beyin ve vücut içsel durumumuzu değiştirmek için mükemmel bir eczane yaratmıştır. Artık yeni bir varoluş halindeyizdir – yani, zihin ve beden bir olarak çalışmaktadır. Biz o kadar güçlüyüz işte…

Üçüncü unsur olan “anlam atamakda (ki bununla ilgili daha evvel yazmıştım) dönüşümün gerçekleşmesindeki temel taşlardan biri… Anlam atamak iki açıdan önemli: Birincisi hedeflerimize “neden” ulaşmak istediğimize bizi duygusal olarak gaza getirecek anlamlar atamak (ki bununla ilgili daha evvel sıkça yazmıştım). İkincisi; bir eyleme yeni bir anlam verdiğimizde, arkasına niyet ekleriz… Başka bir deyişle, yeni bir şey öğrendiğimizde, yeni bir şey anladığımızda, ona daha bilinçli ve amaçlı bir enerji eklemiş oluruz.

Mesela, diyelim ki bir ameliyat geçirmeniz gerekiyor. O ameliyata dair ne kadar çok bilgi edinir ve prosedürün veya ameliyatın işe yarayacağına ne kadar çok inanırsınız, onun işe yarama şansı o kadar yüksek olur. Başka bir deyişle, dış ortamınızdaki bir kişiyle veya bir durumla, bir şeyle ilgili olası bir deneyimin arkasına ne kadar fazla anlam verirseniz, iç durumunuzu kasıtlı olarak değiştirme şansınız da o kadar yüksek olur. Sırf düşünceyle…

Buna ek olarak – niyetinizin olası ödülleri hakkında ne kadar çok bilgi edinir ya da net bir hayal kurarsanız – zihninizde yarattığınız model o kadar net olur, böylece beyninizi ve bedeninizi de aynısını yaratması konusunda hazırlamakta o kadar iyi olursunuz.

İşte şartlandırma, beklenti ve anlam atama (anlam yükleme) bu nedenle bu kadar önemli…

Ertele-me!


Erteleme aslında kadar büyük bir sorun ki her kesimden her insanı rahatsız eden bir sorun. İster bir şirket çalışanı olun, ister yönetici, ister öğrenci, ister ev hanımı. Herkes zaman zaman bir şeyleri erteler, öyle diil mi?

Her şeyin bu kadar dikkatimizi dağıttığı bu dijital dünyada elbette bir şeylerin yapılıyor olması bile bir mucize aslında. Ama esas sorun ertelemenin kronik hale gelmesi ve hayatınızı olumsuz anlamda etkilemesi.

Ertelemenizin nedenlerine dalıcam birazdan ve size nasıl durduracağınız konusunda bazı uygulanabilir stratejiler vereceğim. Ama önce erteleyici tiplerinden biraz bahsedelim mi?

Birkaç tip erteleyici var. Bunlardan ilki, benim de zaman zaman kendimi içinde bulduğum, temizlikçiler.

Diyelim ki yapman gereken önemli bir iş var, bir anda makinedeki çamaşırlar aklına gelir, ya da masadaki toz seni rahatsız ediverir ve her yeri süpürüp silmeye başlarsın. En sevdiğim.

Bunun bir de uzaktan akrabası var, o da planlayıcı. Bu da işin başına oturdu zannedersin, o işle ilgili notlar, post itler, renkli kalemlerle plan progrma yazmalar, sanat eseri çıkarırcasına bir çalışmalar, uzaktan baksan bir iş yapıyor sanırsın, ama esas işe gelince, ortada bir şey yoktur tabii.

Bir de zaman bükücüler var. Bunlar herhangi bir işi son milisaniyeye kadar bekletirler. Zamanı geldiğinde ortaya da bir şey koyarlar. aslında Böylece kendilerini baskı altında çok iyi çalıştıklarına ikna etmişlerdir. Belki ortaya bir iş çıkarırlar, ancak bunun maliyeti aşırı ve aşırı bir stres ve yorgunluk olur.

Bir de diziciler var. İşe koyulacaksanız, fonda ses olsun diye Netflix’i açıyorsunuz mesela. Ama saatler sonra, bir bakmışsınız Atiye’nin 8 bölümü bitmiş ama ortada iş yok.

Bunun bir de yakın kuzeni var. O da sosyal medyacı. Bu ikisi birbirine çok benzer. Bu tür erteleyiciler aslında mecrada yenidir ancak içlerinde en kötüsü olabilir. Bunlar da işi falan unutup saatlerce instagramda kedi videoları izleyebilir mesela.

Bir de mükemmeliyetçiler var. Şimdi bunlar enteresan çünkü bunlar verilen göreve hemen atlarlar, ama garip bir şekilde işleri asla ve asla bitmez. İşin her düzeyinde mükemmellik ararlar. Her ayrıntıyı sürekli olarak kontrol eder, hep bir son dakika düzenlemesi, değişikliği yaparlar.

Son tip erteleyiciler de sefacılar. Bunların işi gücü iyi vakit geçirmektir. Bunu da başarırlar ama verimli değillerdir. Hep bir şeyleri kaçırdıkları hissini yaşarlar. Kendilerine keyif verecek en ufak bir şey bile esas işi bir kenara atmalarına sebep olur.

Siz hangisisiniz? Ya da hangilerini sıklıkla yaşıyorsunuz fark edebildiniz mi?

Şimdi şunu bilin. Dünyada yüzbinlerce yüzbinlerce insan erteleme sorunu yaşıyor. İster ara sıra ister sık sık. Ama erteleme, üretkenliğinizi, özgüveninizi ve tüm yaşamınızı farkında bile olmadığınız şekillerde etkiler.

Genel kanı, erteleyiciler için şunu söyler: zamanı iyi kullanmıyorlar, ya da iyi bir planlayıcı değiller. Ya da erteleyicileri tembellikle, disiplinsizlikle, motivasyonsuzlukla suçlayabilir. Hatta ve hatta bunun bir irade sorunu olduğunu da söyleyebilirler.

Ancak gerçekte çoğu ertelemenin bunlarla hiç ama hiçbir ilgisi yoktur!

Erteleme bir zaman yönetimi sorunu değil, bir duygu yönetimi sorunudur. Erteleme çoğu kişinin sandığı gibi sadece bir tembellik göstergesi ya da zamanı iyi kullanamama sorunu değildir. Mesele sadece tembellikten kaynaklansaydı, biraz hatırlatma, biraz dürtükleme harekete geçmemizi sağlardı. Ama erteleme bundan daha fazlasıdır.

Erteleme, yapılması gerekli bir eylemi, yapmazsanız bunun zararları olacağını bilmenize rağmen, bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde yapmayı ötelemektir. Size zararı olacağını bildiğiniz halde bunu yapmamaktır erteleme.

İşte aslında beyin ertelemeyi bir yardım aracı olarak kullanır. Potansiyel olarak size acı verecek bir deneyim ile uğraşmanızı engellemek için istemsiz bir bilinçaltı tetikleyicisidir erteleme.

Fakat, ister bilinçli bir seçim olsun, ister bir başa çıkma stratejisi olsun, sonuçları aynıdır. Ve ertelemenin verdiği hasar, bir işi tamamlayamamış olmak ve bu yüzden kendinizi ya da başkalarını hayal kırıklığına uğratmakla bitmez.

Ertelemenin maliyeti çok ama çok daha yüksektir.

Nedenini duymaya hazır mısınız?

Bir şeyleri ertelediğinizde, kronik olarak bunu yaptığınızda yani, beyninizde ve hayatınızda, size zarar verecek olumsuz kalıplar yaratır ve onları güçlendirirsiniz. Ve bu olumsuz kalıplar şunlara yol açar:

– düşük özgüven ve veya özdeğer

– işinizde ve yaşamınızda başarısız sonuçlar

– iş yeri veya özel hayatınızdaki ilişkilerinizde stresin artması

– aradığınız başarı veya ilerlemeye bir türlü ulaşamamak

– kendinizde bir şeylerin yanlış olduğu hissine kapılmak

– daha düşük motivasyon

– hayatta hak ettiğinizden daha azına razı olmak

Tüm bu olumsuz kalıplar daha fazla ertelemenizi tetikler. Bu aslında tam anlamıyla kendinizi sabote ettiğiniz bir kısır döngüye dönüşür.

Peki o zaman şunu soralım, NEDEN? Neden kendimize bunu yapıyoruz?

Neden ertelemenin ilerlememizi ve hayatımızı zora sokmasına izin veriyoruz ve buna neden oluyoruz? Neden kendimizde ve sevdiklerimizde hayal kırıklığına yol açtığını bildiğimiz bir eylemde bulunuyoruz? Neden bu döngüye devam ediyoruz?

Yapılan araştırmalar bunun sebebini şöyle açıklıyor: belirli duygudan kaçınmak.

Erteleme yüzleşmeye hazır olmadığımız veya nasıl başa çıkacağımızı bilmediğimiz duygularla yüzleşmemizi engelleyen bir başa çıkma stratejisidir aslında.

Bir işi, bir görevi yapmaya dair hissettiğimiz isteksizlik, söz konusu görevle/işle ilgili olabilir. Mesela temiz bulaşıkları kaldırmayı ya da kütüphaneyi düzenlemeyi canımızı sıktığı için ertelemek gibi. Ama bazen de bu isteksizlik aslında daha derin duygulardan da kaynaklı olabiliyor: En temeli korku… başarısızlık korkusu, ya da başarı korkusu, utanç, eleştirilmek, yetersizlik hissi, düşün özgüven, düşük özgüven, kendinden şüphe duyma, endişe gibi… ben bu işi yapacak kadar iyi miyim? Ya yapamazsam, ya da ya beğenilmezse, ya onaylanmazsam, ya benimle dalga geçerlerse… ya ya ya ya… bitmeyen negatif duygular…

Ertelediğimiz zaman, sadece söz konusu işi görmezden geldiğimizin değil, aynı zamanda bu şekilde hareket etmenin aslında kötü bir fikir olduğunun da farkında oluyoruz. Ancak yine de yapıyoruz. İnsanların bir süre sonra kronikleşen bu mantıksız döngüye girmelerinin nedeni ise, söz konusu işle ilgili hissettikleri negatif duygular.

Yani şunu sorabilirsiniz; özetle, iyi hissetmediğimiz için mi erteliyoruz?

Aslında evet… Ama ertelediğimizde devamında daha fazla stres, kaygı, suçluluk gibi negatif duygulara boğuluyoruz.

Tüm bu duygular bizi tek bir kaynağa döndürüyor tabii: o da beyniniz. Sadece beyniniz değil, özellikle bilinçaltı zihniniz ve koşullandırmalarınız.

Bilinçaltı zihniniz tıpkı bir mıknatıs gibi zihinsel veya duygusal rahatsızlığa neden olabilecek her şeyi sizden uzaklaştırır. Ve sessizce diğer yöne gitmeniz için sizi etkiler.

Erteleme için bir duygusal kaçınma tekniği diyebiliriz yani.

Ertelemeden gerçekleşen şey bilinçaltı zihninizin size acı verebileceğine inandığı herhangi bir şeyle başa çıkma yöntemiyle aynıdır. Bu acı ister gerçek ya da ister hayal ürünü olsun.

İleride daha çok kaygı ve stres ile sonuçlansa bile, duygusal rahatsızlık veya strese neden olan durumlardan kaçınmak için beyniniz size otomatik olarak gönderdiği bir mesajdır erteleme.

Öte yandan erteleme sizi yapacağınız işi bitirmenin vereceği hazdan ve olumlu duygulardan da yoksun bırakır.

Yani erteleme tam bir müsrif, zaman hırsızı, hayal katilidir…

Ertelemeyle dair araştırmalar, ertelediğimiz zaman aldığımız anlık hazzın gücünün, bir görevi yerine getirmenin hazzından daha yüksek olduğunu kanıtlamış.

Fakat ertelediğimizde hissettiğimiz anlık rahatlama aslında bu döngüyü özellikle kısır hale getiren şeydir. Çünkü hemen şimdiki anda yaptığımız ertelemenin sonucunda hissettiğimiz rahatlama, aslında bir ödül mahiyeti taşır. Davranış bilimlerine göre, bir davranışımız sebebiyle ödüllendirildiğimizde onu tekrar etmeye meyilli oluruz. Bu da tam olarak, ertelemenin tek seferlik bir davranış olmaktan ziyade, kolaylıkla kronik bir alışkanlığa dönüşen bir döngü olmasının nedeni.

Uzun vadeli ihtiyaçlar yerine kısa vadeli ihtiyaçları öncelikli tutma eğilimimiz…

Peki bu ne demek? Şöyle anlatalım:

Biz insanoğlu olarak (tabii ki istisnaları tenzih ediyorum) uzak geleceği düşünmek üzere programlanmadık. Çünkü hemen şu anda, şu kısa zamanda ve buradaki ihtiyaçlarımızı düşünmek, onları kotarmak üzere tasarlandık.

Araştırmalar şunu gösteriyor. Nöron seviyesinde bakıldığında, gelecekteki benliklerimizi kendimiz değil de, yabancı biri gibi algılıyoruz. Ertelediğimizde, beynimizin bazı kısımları, aslında ertelediğimiz görevlerin – ve bu sebeple bizi bekleyen olumsuz duyguların – başka birinin sorunu olduğunu düşünüyor…

Yani araştırmalar, beynimizin aslında şimdiki ve gelecekteki hallerini iki ayrı insan olarak düşündüğünü gösteriyor. Bu nedenle uzun vadede mantıksız bir tercih olsa bile, gelecekteki refahımızın pahasına şimdiki halimize öncelik verebiliyoruz.

Stanford Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma şunu kanıtlamış; katılımcılara şimdiki halleriyle gelecekteki hallerini düşünmelerini istediklerinde, beyinlerinin farklı kısımları devreye girmiş. İnsanlara on yıl sonraki hallerini düşünmeleri söylendiğinde, beyin kalıpları, sadece televizyonda, sosyal medyada gördükleri herhangi bir ünlü hakkında düşünmelerini istediklerindekiyle aynı tepkileri vermiş.

Bir görevi yerine getirmemenin, bir işi yapmamanın kendimiz için gelecekte daha fazla strese sebep olacağını bildiğimiz halde, bilinçli olarak bunu bilsek ve kabul etsek bile, zihnimiz yine de öncelikle mevcut tehdidi ortadan kaldırma konusuyla daha fazla ilgilenir. Araştırmacılar bunu “amigdala gaspı” olarak adlandırıyor.

Eğer ertelemeyi alışkanlık edindiysek ve kendimize daha iyi bir ödül bulamadıysak, zihnimiz ona daha iyi bir ödül sunana kadar aynı şeyi tekrar tekrar yapmaya devam eder.

Bunun sebebi duygusal ihtiyacın gücünün her zaman bilginin gücüne ağır basmasıdır. Bir şeyi yapmamak için onun doğrusunu biliyor olmak yeterli değildir. Çünkü insanlar duygularıyla var olan yaratıklardır. Duygusal ihtiyaç doyurulmadan bilmek yeterli değildir. Kendimiz için mümkün olan en iyi seçeneği o anki duygusal ihtiyaçlarımızla yaparız. Mesela, kanser hastası bir adam hala sigara içmeye devam eder. Bu adam üç gün daha fazla yaşamaktansa sigara içerek keyfinden vazgeçmemeyi seçiyordur. Onun için mümkün olan en iyi seçim sigara içmeyerek birkaç gün daha fazla yaşamak değil, yaşadığı sürece sigaradan aldığı keyiften vazgeçmemektir.

Herhangi bir alışkanlık olduğu gibi, herhangi bir ertelemeyi gidermek için de zihnimize “daha iyi bir teklif” vermemiz gerekir.

Çözüme dair duygusal boyutta yapılması gerekenler de var, bunların da altını çizebiliriz:

İlki, ertelediğiniz anlarda kendinizi affetmeniz ve suçluluk tuzağına düşmemeniz. Ertelediğimizde suçluluk duymayı bırakmamız gerekir. Araştırmalar, erteledikleri için suçluluk duyan bireylerin daha fazla erteleme tuzağına düştüğünü gösteriyor. Bunun nedenini anlıyor musunuz? (ufak bir açıklama).

Aynı şekilde ertelemeyle ilgili düşündüğümüz zaman hissettiğimiz stres ve sıkıntı/kaygı yine daha çok ertelememize sebep oluyor. Neden? Çünkü stres ve kaygı kişiyi paralize ediyor, etkisiz hale getiriyor. Bu da eyleme geçmeyi engelliyor. Tam bir kısır döngü yani. Dolayısıyla kendimize karşı şefkat, nezaket ve anlayışla hareket etmek de önemli. Araştırmalar şefkatli olmanın motivasyon ve kişisel gelişimi desteklediğini ortaya koyuyor. Şefkat sadece psikolojik sıkıntıları hafifletmiyor, aynı zamanda motivasyonu yükseltiyor, iyimserlik, bilgelik, merak ve kişisel inisiyatif gibi olumlu duyguları da teşvik ediyor.

Neden erteleriz?


Bugün yapabileceğiniz şeyleri sürekli yarına atma eğilimindeyseniz, ertelemeyle ilgili bir sorununuz olabilir.

Ama merak etmeyin, bu konuda yalnız değilsiniz!

Hepimiz zaman zaman erteleriz. Mesele; bunun kronik hale gelmesi ve hayatınızda mühim sıkıntılar yaratıyor olması.

Mesela, arabanızın tamirini ertelemek, ileride daha büyük ve daha maliyetli bir tamirat işine dönüşebilir. Emeklilik için biriktirmemek, ileride çocuklarınıza yük getirebilir. Kariyer değişikliği yapmaktan korkmak, değersizlik veya başarısızlık duygularında boğulmanıza yol açabilir. Ve hayallerinizi ertelemek, ileride daha büyük hayal kırıklıkları yaratabilir.

Peki ertelediğinizde ne yapıyorsunuz?

· Sosyal medyada takılmak

· Sevdiğiniz diziyi binge yapmak

· Uyuklamak

· Evi temizlemek

· Atıştırmak

· Kitaplarınızı düzenlemek

· Alakasız şeyler araştırmak

Ertelemenin bir “zaman yönetimi” sorunu olduğu zannedilebilir. Tembellik, disiplinsizlik veya motivasyonsuzluktan kaynaklandığı düşünülebilir. Ancak ertelemeyle ilgili sorun aslında çoğunlukla “duygusal” boyuttadır.

Peki nedir ertelemenin bu bahsettiğimiz “duygusal” nedenleri?:

– Düşük özgüven ve özsaygı,

– Yaşamınızdaki başarısız sonuçlar,

– İlişkilerinizde artan stres,

– Değersizlik duygusu,

– Yetersizlik duygusu,

– Anksiyete,

– Hak ettiğinizden daha azına razı olmak,

– Düşük motivasyon.

Bunun sebebi beynimizin potansiyel olarak bizi rahatsız edecek bir deneyimden korumasıdır. Bunu yaparken de bizi o deneyimle karşılaşmayacak olmanın verdiği anlık rahatlamanın hazzıyla kandırır. Misal, yetiştirmeniz gereken bir sunum vardır, bilgisayarınızın başına geçersiniz ama hemen o an önce bir kahve yapasınız gelir, sonra bir maile cevap vermeniz gerektiğini düşünürsünüz, sonra instagramda biraz gezinesiniz tutar… Böyle devam eder… Sonra bir bakmışsınız işe başlamak için çok geç olmuş… Halbuki burada sizi esas alıkoyan o işle ilgili içsel korkularınızdır; ben bu sunumu yapabilir miyim, yaptığım şey beğenilir mi, yoksa çok mu kötü olur, benimle dalga mı geçerler, ben kim bu sunumu yapmak kim? … gibi içsel korkularınız sizin o işe başlamanızı engeller.

Ancak ister bilinçli olarak bir işi erteliyor olun, ister bilinçsizce bir duygudan kaçının… gelinen sonuç aynıdır aslında. Yapılacak iş gecikir, kendinizi ve başkalarını hayal kırıklığına uğratırsınız. Bunu ileride karşılaşacağınız “zararları bildiğiniz halde” yaparsınız üstelik.

Peki ertelemenin neden olduğu döngüyü bildiğimiz halde neden devam ediyoruz?

Erteleme, yüzleşmeye hazır olmadığımız duygulardan uzak kalmamıza yardımcı olan bir başa çıkma stratejisidir. Beynimiz şu an hazır olmadığımız şeylerle yüzleşmek istemediğinde o duygu (her neyse) onu olabildiğince “erteleriz”; daha önemsiz bir iş yaparak, alakasız bir iş yaparak, ev temizleyerek, dizi izleyerek hatta bazen uyuklayarak… yeter ki bizi rahatsız edecek o duyguyla yüz yüze gelmeyelim!

İşin ironik yanı ise, ertelemenin kişiyi birden fazla şekilde incitmesidir. Erteleyerek rahatsız olduğunuz duyguyla karşılaşmamanın verdiği anlık bir rahatlama yaşayabilirsiniz, ancak yapılması gereken işin yapılmaması o işin yapılmasının vereceği olumlu duygudan yoksun kalmanıza sebep olur. Öte yandan ve daha vahimi, ertelerken yüzleşmekten kaçtığınız olumsuz duygular, ileride daha fazla stres, suçluluk, pişmanlık ve özdeğer problemleri olarak size geri döner.

Ve tüm bu duygular daha fazla ertelemeye yol açar. Yani tamamen kendimizi sabote eden bir davranış döngüsüne dönüşür. Kısacası uzun vadede hayatınızdaki olumsuz deneyimleri arttırmış ve olumlu olanları azaltmış olursunuz. Çoğunlukla da bunun böyle olacağını bile bile yaparsınız üstelik!

Halbuki ertelemenin gerçek maliyeti inanılmaz derecede yüksektir; sizden zamanınızı, paranızı ve özgüveninizi çalar…

Yukarıdaki grafiği daha önce gördünüz mü? İşte hayatımızı yarım sayfalık bir resme sığdırdık bile. Bu grafik, yaşadığımız yılların aylara bölünmüş halidir. 90 yaşınıza kadar yaşasanız bile, kaç ayınız var biliyor musunuz? İsterseniz siz de hesaplayın ama ben size söyleyeyim; sadece 1,080 ayınız var! Ve bunun birçoğu akıp geçti bile…

Bu grafikte nerede olduğunuzu bulmak için bir dakikanızı ayırın isterseniz…

Böyle bir grafik çıkarmanın ertelemenin gerçek maliyetini görmeniz için iyi bir yol olduğu kanaatindeyim. İnsan bazı şeyleri gözünün önünde resmedildiğinde daha iyi anlıyor, öyle değil mi?

ZAMAN işte yukarıdaki baloncuklar gibi akıp gidiyor… Halbuki zaman sahip olduğumuz en değerli kaynak;

· Hedeflerimize ve hayallerimize ulaşmaya odaklanma zamanı,

· Başarılarımızdan keyif alma zamanı,

· Ailelerimiz ve dostlarımızla kaliteli vakit geçirme zamanı,

· Yaşadığımız hayata, dünyaya, düzene faydalı olacak bir şeyler yapma zamanı…

Hayatınızın ilk yıllarında olsanız bile 1.080 baloncuğunuzun birkaç yüzünü zaten kullandığınızı düşünüyorum. Elbette ki hayatta yapmak istediğimiz her şeyi yapmak için yeterli zaman yok. Ancak bu kısıtlı ve değerli vakti “ertelemek” gibi akılsızca bir şeye hiç harcamamamız gerektiği anlamına geliyor.

– Erteleme zaman hırsızıdır.

– Erteleme kazanç potansiyelinizi ezer.

– Erteleme özgüveninizi yok eder. Ertelediğinizde, hayatınızdaki hayal kırıklığı yaratan olumsuz kalıpları yaratır ve güçlendirirsiniz.

O zaman hareket geçmeye, hemen bugünden, var mısınız?

Alışkanlıklarımız bizi ve kaderimi nasıl belirliyor?


Hepimizin her sabah tekrar ettiği bir takım gündelik alışkanlıkları, rutinleri vardır, öyle değil mi? Uyanırız, yataktan çıkarız, çişimizi yaparız, dişlerimizi fırçalarız, giyiniriz, evi havalandırır, etrafı toparlar, belki bir şeyler atıştırır, maillerimize ve sosyal medya hesaplarımıza şöyle bir bakarız… Ve hemen her gün bunun benzer varyasyonlarını tekrarlarız.

Bu kadar bilgi bile, hepimizin hayatı hakkında şunu söylemek için yeterli aslında: Belki farkındasınız, belki değilsiniz, ama hayatımızın çıktıları, yani elde ettiğimiz sonuçlar, alışkanlıklarımız tarafından belirleniyor.

Alışkanlıklarımız bizi başarıya götürebilir, şöhret yapabilir, çok para kazanmamızı sağlayabilir, bizi sevgi ve mutlulukla doyurabilir. Öte yandan, yine aynı alışkanlıklarımız bizi depresyona, yalnızlığa, mutsuzluğa, kaygıya, yoksulluğa da sürükleyebilir.

Ne kadar mutlu olduğumuz alışkanlıklarımızın bir sonucudur. Ne kadar para kazandığımız, sağlık durumumuz, sosyal yaşantımız, sahip olduğumuz ve koruduğumuz alışkanlıklarımızın bir sonucudur. Ve eğer bu alışkanlıkları bilinçli olarak gözlemlemez, değerlendirmez, onlara kafa yormaz ve onları şekillendirmezsek bizi uçurumdan aşağı götürebilirler. Alışkanlıklarımız, hayatımız boyunca çıkartacağımız anlamlar, elde edeceğimiz mutluluk ve zamanımızı en iyi şekilde kullanma mücadelemizdeki yegâne silahımızdır.

Gerçek davranış değişikliği aslında kimlik değişikliğidir

Alışkanlıklarımızı yukarıda girizgâhını yaptığım gibi kuvvetli ve etkili bir şey gibi düşünmüyoruz, çünkü çoğumuzda genellikle “hedeflere” odaklanma refleksi var. Ancak geçenlerde paylaştığım “daha iyi bir siz olun” postunda anlattığım gibi, kendimize koyduğumuz hedeflere ulaşmak için de önce onlara ulaşabilecek frekansta biri olabilmek gerekiyor.

Bunu ifade ederken kastettiğim aslında tam anlamıyla şu; amaç maraton koşmak değil, bir koşucu olmak… Yani önce kendimizi, “zihniyetimizi” maraton koşacak seviyeye getirmek, yani bunun için de önce koşucu olabilmek, o alışkanlığı edinmiş olmak gerekiyor.

Bu alışkanlıklar meselesini düşündüğümde aklıma hep Jim Carrey’nin “Yes Man” filmi gelir. Ne muazzam bir filmdir o! İzleyenler hatırlar, filmin esas kahramanı Carl, son derece içine kapanmış, hayata açılmaktan kendini alıkoymuş, tüm çevresine de içindeki bu zehirle bakan biridir. Ancak bir gün içine düştüğü bir kişisel gelişim programı neticesinde her şeye “evet” deme kararı alır. Bu karar ilk başlarda Carl’ın başını derde soksa da beraberinde harika sürprizler de getirir hayatına. Böylece hayatın sunabileceklerine “evet” diyen bambaşka bir adama dönüşür.

Şimdi kendimize dönersek; günlük aldığımız minnak minnak kararlarımızın, bırakın bizi değiştirmesini, hayatımız üzerinde ciddi bir etkisi olduğu birçoğumuzun aklına bile gelmez. Halbuki tüm bu minnak kararlar üst üste, üst üste birikir ve bir dağ olur. Yani aslında gerçekleştirdiğimiz her eylem, olmak istediğimiz kişiye doğru atılan bir adıma dönüşür.

Şöyle anlatayım; diyelim ki kitap yazmak istiyorsunuz. Bir süre boyunca her gün bir tweet bile atsanız, bu aslında o yolda önemli bir adımdır. Çünkü yazma eylemini hayatınıza düzenli olarak sokmuş, onu alışkanlık haline getirmiş olursunuz. Sizi yazara dönüştüren de bu alışkanlıktır işte.

Ben bunu kendi hayatımda birebir yaşadım. Kitap yazmak istiyordum. Ama başlayıp bitiremiyordum bir türlü. Bu arada, yazmak hayatımda tutkulu bir hal almaya başlamıştı. Ben de reklam yazarı olarak çalışmaya karar verdim. Çünkü her gün düzenli yazmanın beni hedeflerime ulaştıracağının farkındaydım ve reklam yazarlığı da (bu mesleği devam ettirmek için değil ama bu yolda bir adım olarak) benim için muazzam bir basamaktı ve tam da düşündüğüm gibi oldu. Kısa zaman sonra hep arzu ettiğim gibi bir senaryo grubunda yazmaya başladım, bir zaman sonra, 2015 yılında da romanım basıldı.

Unutmayın, gerçekleştirdiğiniz her eylem, olmak istediğiniz kişiye atılan bir oy gibidir. Yani bugün seçtiğiniz alışkanlıklar, yarın kim olacağınızı ve ne yapacağınızı belirleyecek. O yüzden olmak istediğiniz kişiye oy verdiğinizden emin olun!

Önüne geçemediğiniz anda kim olacaksınız?

Şimdi bu başlığı okuduğunuzda ne demek istedi bu diyebilirsiniz. Ama devam edin, açıklıyorum. Filme döneyim önce; hatırlayın, Carl her şeye evet deme kararı aldıktan sonra, ilk başta hiç hoşlanmadığı patronu Norm’a bile ısınmaya başlıyordu. Çünkü edindiği bu yeni alışkanlık içinde bir şeylerin değişmesine yol açmıştı. Patronuyla geçirdiği vakitten hoşlanmaya bile başlamıştı. Halbuki Norm’un karakterinde, kim olduğunda en ufak bir değişim yaşanmamıştı. Bakın bu kısım çok önemli; bu sonucu doğuran yalnızca ve tamamen Carl’ın etrafında olan bitenlere ve insanlara dair getirdiği yeni yorumdu. Yani yaşadığı algı değişikliği.

Yazılarımı okuyanlar bilir, birçok yazımda algımızı değiştirmemiz gerektiğini vurguluyorum. Yakarıda verdiğim örnek alışkanlıklarımızın hayatımızı nasıl etkilediğine, hayatımızdaki olayları nasıl yorumladığımız üzerindeki etkisine dair çok önemli bir vurgu aslında. Eğer alışkanlıklarımız kim olduğumuzu değiştiriyorsa ve kim olduğumuz dünyayı nasıl anlamlandırdığımızı belirliyorsa, o zaman alışkanlıklarımız başkalarını nasıl gördüğümüzü de belirliyor demektir.

Ne sıklıkta değersiz, aptal ya da çirkin olduğunuzu düşünüyorsanız, hayatınızı bu şekilde yorumlamanız için kendinizi o kadar fazla şartlandırıyorsunuz demektir. Bu şartlandırma sizi bir döngüye hapseder. Aynı şekilde, başkaları hakkında da öyle düşünmenize yol açar. İnsanları öfkeli, bencil ya da adaletsiz görme alışkanlığı geliştirirsiniz. Odaklandığınız tüm olumsuzluk, yeni olumsuzluklar olarak hayatınıza katlanarak gelir.

Alışkanlıklarınız hayatınızda meydana gelen olayları nasıl yorumlayacağınızı belirler. Bakın bu da çok önemli. Çünkü hayatınızda bir olay meydana geldiğinde davranış değişikliğine gitmek için artık çok geç olmuş oluyor. Otomatik davranış kalıbınız neyse, ona göre tepki veriyorsunuz. Mesela, sigarayı bırakmayı hedeflemiş ancak henüz bırakamamışsanız, biri size sigara uzattığında “ileride bırakmayı hedefleyen kişi” olarak hareket edip geri çevirmez, hala bir içici olarak kabul edersiniz, öyle düşünün.

Yani, mecbur olmadığınız zamanlarda yapacaklarınız, önüne geçemediğiniz anda, yani bir olay meydana geldiğinde, kim olacağınızı belirler. İşte bu yüzden alışkanlıklarımız çok önemli.

Dikkat olmadan zamanın bir önemi yoktur

Aslında en önemli varlığımız zaman değil, dikkat. Yaşamımızdaki deneyimlerin kalitesi, günde kaç saatin olduğuna değil, bu saatler içinde ne kadarını değerlendirdiğimize bağlı. Zamanın sınırlı olduğunu bilmemize rağmen, dikkatimizi doğru kullanarak, diğer insanların aynı miktar zamanda elde ettiklerinden çok daha fazlasını elde edebiliriz. Zaman sadece bir ölçüdür ve dikkat olmadan çok da bir şey ifade etmez aslında.

Filmden örnekleyeyim yine; Carl’ın rutinleri zihnini tamamen kapatmıştı. Ne iyiyi, ne kötüyü, hatta önünde olanı bile göremez hale getirmişti. Carl zamanın içinden habersizce, kayıtsızca geçip gidiyordu sanki. Ancak ve ancak alışkanlıklarını değiştirdiği zaman etrafını yeniden görmeye başladı.

Hayatınızda en çok kontrol sahibi olabileceğiniz şeydir alışkanlıklarınız. Ayrıca, farkındalık içinde değilken, yani dikkatinizi vermediğiniz anlarda, zamanınızın nasıl geçtiğini belirleyen de alışkanlıklarınızdır. Televizyon başında mısınızdır, bilinçsizce bir şeyler mi atıştırıyorsunuzdur, tırnaklarınızı mı kemiriyorsunuzdur, kitap okuyor ve aslında belki yeni projeniz için fark etmeksizin fikir mi biriktiriyorsunuzdur? Bunu şu şekilde özetleyebilirim; iyi alışkanlıklar zamanı müttefik, kötü alışkanlıklar zamanı düşmanı yapar.

Nasıl ki olduğunuz kişi hayatınızda olan bitenleri yorumlama biçiminizi şekillendiriyorsa davranışlarınız ve inançlarınız da algınızı şekillendirir. Ve her üçü de alışkanlıklarınızdan büyük ölçüde etkilenir.

Filmden örneklemek gerekirse; Carl kendini hayattan o denli izole etmişti ki, karşısına çıkan fırsatları görmüyordu bile. Bunu tersine çevirmek için yaşamla olan bağlantısını kabullenmesi gerekiyordu. Bunu birçok küçük eylemle gerçekleştirdi; kredi verdi, arkadaşlarıyla görüştü, flyer’ı kabul etti vb. gibi… İşte tüm bunlar bütün hayatını etkileyecek ciddi bir değişiklik yarattı. Tüm bu değişim beraberinde ciddi bir “farkındalık” da getirdi. Etrafında olan bitenleri, insanların davranışlarını, ruh hallerini görmeye, fark etmeye, dikkat etmeye başladı.

Sürece güvenip geleni kabul ettiğimizde, kendimizi hayata tam anlamıyla ve dürüstçe “açtığımızda” algılayış biçimimiz ve algılarımız da açılıyor. Bu farkındalığın getirisi ise bambaşka. Karma ne demiş? Kötülük sende kalır, iyilik dönüp dolaşıp seni geri bulur

Alışkanlıklarınıza dikkat edin, çünkü alışkanlıklarınız dikkatinizi yönlendirir. İyi alışkanlıklar, kontrolün sizde olmadığı anlarda nereye gittiğinizi belirler.

Baktığın yere gidersin

Motor kullananlar bilir, başını nereye çevirirsen motor oraya gider. Aslında kısaca “baktığın yere gidersin”. İşte bu nedenle dönüşüm için kendimize dönüp nereden başladığımızı, ne noktada olduğumuzu kabul etmemiz, tüm olumsuz düşünceleri ve iç sesimizi bir kenara bırakmamız gerekiyor ki baktığımız yere gidebilelim. Bunun için de yukarıda yazdığım gibi alışkanlıklarımıza dikkat etmemiz gerekiyor. Çünkü alışkanlıklarımız kontrol bizde değilken gittiğimiz yönü belirliyor.

Kim olduğumuz, olan bitenleri nasıl yorumladığımız ve dikkatimiz… Günün sonunda, alışkanlıklarımız bunların üçünü de yönlendiriyor. Hepsi birlikte, ne düşündüğümüzü, nasıl hissettiğimizi ve ne yaptığımızı şekillendiriyor. İşte bu yüzden alışkanlıklarımız her şeydir. Alışkanlıklarımız kaderimizi belirler!

Öyle ki, hayatta elde ettiğimiz sonuçlar, alışkanlıklarımızın gecikmeli bir ölçüsüdür…

Neyse ki, alışkanlıklarımız üzerinde büyük bir kontrole sahibiz. Bu nedenle, alışkanlıklarınızı kurbanı olmak yerine mimarı olmaya çabalayın.

Eleştirel iç sesle nasıl başa çıkılır?


Hepimizin içinde susmak bilmeyen vıdıvıdıcı eleştirel bir iç ses var. Çoğumuz yeni bir şeyler denemeye karar verdiğimizde ortaya çıkan bu sinir bozucu düşüncelere çok aşinayız. Yeni bir işe başvurduğumuzda, yeni bir okula kayıt yaptırdığımızda, işimizde yeni bir göreve getirildiğimizde ya da birine yemeğe çıkma teklif ettiğimizde, bu yeniliği gerçekleştirmeyi başarıp bir “oh” çeksek bile, sonrasında yaşadığımız endişe ve kendimizden duyduğumuz şüphe, çok geçmeden yeni kaygıların su yüzüne çıkmasına sebep olur: Acaba bu işi gerçekten kotarabilir miyim? Bu okulda başarılı olabilir miyim? İşteki bu yeni görevin hakkını verebilir miyim? Ya da bu ilk randevuyu kendimi rezil etmeden atlatabilir miyim?

Değişim ve yenilik karşısında kaygı duymak elbette ki beklenebilir ve doğal bir şey. Mesele, endişemizin ve şüphemizin ne kadarının doğal, ne kadarının eleştirel iç sesimizin ürünü olduğu… Eleştirel iç sesimiz, içimizdeki düşmanı temsil eder ve kendimizi gerçekleştirmemiz karşısında çok ama çok ciddi bir tehdit olarak bulunur. İnsanın kendi içine dönmesine, güvensiz hissetmesine, aşırı özeleştiride bulunmasına, kendini reddetmesine, sınırlamasına, hedefe yönelik adımlardan geri çekmesine sebep olur.

Üstelik, bu eleştirel iç sesin yönelttiği saldırılar kişinin hayatının her yönünü etkiler: ruh halini, zihinsel durumunu, tutumlarını, yargılarını, kişisel ilişkilerini, eş seçimini, başkalarıyla ilişki kurma tarzını, okul veya kariyer seçimini ve hatta iş performansını bile…

Eleştirel iç ses, kişinin kendisine ve başkalarına yönelttiği negatif düşünce modelleri olarak tanımlanabilir. Bunun kökeninde bireyin sahiplendiği olumsuz davranış kalıpları bulunur. Bireyin kişiliğinin doğal ya da uyumlu olmayan, aksine, öğrenilmiş ya da dayatılmış bir katmanını temsil eder.

Eleştirel iç ses, bizimle konuşan gerçek bir ses olmaktan ziyade, hepimizde var olan ve hedeflerimize ulaşmamızı engelleyen, bizi sınırlayan düşünce ve tutumlar olarak deneyimlenir.

Bu sesle yaşamımızın çeşitli alanlarında sıklıkla karşılaşırız; mesela bize ilişkilerimizde fazla derinleşmememizi ya da kariyerimizde çok ileri gitmememizi söyler. Bu eleştirel iç ses acımasızca konuşmaktan da asla imtina etmez: Sen kim olduğunu sanıyorsun? Başarabileceğini mi sanıyorsun? Kimsenin umurunda değilsin! Bazen de son derece aldatıcı bir şekilde yatıştırıcı olabilir: Sen kendi başına çok iyisin. Yalnız çok daha mutlusun, vb. gibi…

Bu eleştirel iç ses genellikle bizi istediğimiz şeyin peşinden gitmekten alıkoyar ve kendimize zarar veren davranışlarda bulunmamıza neden olur.

Peki bu eleştirel iç sesle nasıl başa çıkabiliriz?

İşte uygulayabileceğiniz basit bir yol haritası:

1) Öncelikle o iş sesi dinleyin. Size ne anlatıyor? Kendinizi özellikle çok eleştirdiğiniz bir yanınızı seçerek ve sonra da bu eleştirilerin ne olduğuna dikkat ederek başlayabilirsiniz. Kişinin eleştirel iç sesiyle kendine yönelttiği saldırıların neler olduğunu fark ettikten sonra, bunlara üçüncü tekil şahısla cevap vermesi çok önemli. Naratif terapinin bir parçası olan kişiyi sorunlarından ayrıştırma yaklaşımından yola çıkarak, kendimi işe yaramaz hissediyorum yerine eleştirilen versiyonum kendini işe yaramaz hissediyor vb. gibi…

2) İkinci adım, bu sesin nereden geldiğini bulmak. İç sesten gelen bilgiyi bir kere sesli ifade ettikten sonra, kişi genelde saldırının kaynağı hakkında fikir sahibi olur. Eleştirinin içeriği ve tonu hakkında beklenmedik bir netliğe kavuşmaya başlar. Aslında tüm bu saldırıların oldukça “tanıdık” geldiğini fark eder. Çünkü eleştirel iç sesinin aslında çocukken kendisine karşı olan tutumları taklit ettiğini, aynı onlar gibi konuştuğunu görür.

3) Üçüncü ve son adım da bu eleştirel iç sese “cevap vermek”. Gerçek anlamda yüksek sesle cevap vermekten ve bu çarpıtılmış saçma sapan düşünceyi mantıklı bir cevapla çürütmekten bahsediyorum. Mesela eleştirel iç sesiniz hiçbir konuda başarılı olamayacaksın diyorsa kendinize daha evvel başarılı olduğunuz şeyleri hatırlatabilirsiniz. Bu cevabı verirken gerçekten nasıl olduğunuz, başka insanların nasıl olduğu ve sosyal yaşantınızla ilgili gerçekte neyin doğru olduğunu ifade etmek çok önemli. Mesela, dünyada mükemmel diye bir şey yok, hepimiz biliyorsuz ki kimse mükemmel değil ve olamaz da. Ben de değilim. Üstelik artık ilkokulda da değiliz; kimse bize karne vermiyor, vb. gibi bir cevapla karşılık verebilirisiniz…

Bundan sonrasında, iç sesinizle konuşup onu mantıklı cevaplarla çürütmenin hayatınızda nasıl olumlu yansımaları olduğunu takip etmenizde fayda var. Çünkü eleştirel iç sesinizin eylemlerinizi nasıl etkilediğini fark etmek, kendinizi sınırlayan davranışlarınızı değiştirmek istediğinizde oldukça yardımcı olur. Ayrıca, olumlu sonuçlar aldığınız görmek de inanılmaz bir motivasyon sağlar.

Eleştirel iç sesinize ne kadar karşı hareket ederseniz, yaşamımız üzerindeki etkisi o kadar zayıflar. Eğer yukarıdaki adımları takip edip eleştirel iş sese “cevabını vermeyi” öğrenirseniz, daha fazla gerçek kendiniz haline gelir, hedeflerinize ulaşabilir ve kendi kendinize dayattığınız sınırlamalardan özgür kalabilirsiniz.

Olumlamalar nede işe yaramaz?


Kimilerinin bizzat uyguladığı, kimilerinin sağdan soldan kulak aşinası olduğu, bir şekilde uzun zamandır hayatlarımızda olan bir kavram “olumlama”. Ben aslında olumlamadan çok “onaylama” terimini tercih ediyorum, ancak o da bu yazının konusu değil.

Peki nedir bu yazının konusu?

Olumlamaların neden işe yaramadığı… En son gerçekleşmesini istediğiniz bir şey için olumlama yapıp da gerçekleştiğini hatırlıyor musunuz? Evet, enerji psikolojisi alanında çalışmış çok büyük isimlerin “düşüncelerimizi kontrol edersek gerçekliğimizi kontrol edebileceğimizi” anlattıklarını biliyoruz. Bu konuda haklı oldukları yadsınamaz. Bilişsel terapinin bize kattığı üzere, çarpıtılmış düşüncelerimizin nelere yol açtığı ve bunları nasıl düzeltebileceğimiz konusunda olduğu gibi… Söz büyüdür, sözün temeli olan düşünce de büyüdür; muhakkak…

Ama iş olumlamalara gelince bir şeylerin ters gittiği de aşikâr… Siz de belki en iyilerden öğrendiğiniz gibi olumlamalarınızı kağıtlara yazdınız, onları sürekli görebileceğiniz bir yerlere astınız ve belki defalarca tekrarladınız… Ama beklediğiniz sonucu alamadınız, di mi?

Belki doğru düzgün yapamadığınızı ya da bir şeyleri yanlış yaptığınızı düşündünüz. Ya da zaten olumladığınız şeyi hak etmediğiniz kanaatine vardınız. Yahut, “kader, kısmet” dediniz…

Cevap tabii ki bunların HİÇBİRİ değil!

Olumlamaların çoğunlukla işe yaramamasının sebebi, bilinçaltını değil, bilinçli zihninizi hedef alması. Daha doğru anlatımıyla bilinçaltınıza ulaşamaması… Eğer olumlamaya çalıştığınız şey, bilinçaltınızda kayıtlı olan olumsuz bir inançla ters düşüyorsa, kritik zihne çarparak bilinçaltına ulaşamadan bumerang gibi geri dönüyor… Yani siz ne kadar “gelirimi çoğaltmak istiyorum” ya da “hayatımda bolluk ve bereket olmasına izin veriyorum” derseniz deyin, eğer bilinçaltınızda daha fazla geliri ya da bolluk ve bereketi “hak etmediğinize”, ya da “paranın insanı mutsuz ettiğine”, ya da “paranın size gelmeyeceğine” vb. gibi kısıtlayıcı inanç kalıplarınız varsa, kimin kazandığını tahmin edebiliyorsunuz öyle değil mi?

Olumlamaların çok nadiren işe yaramasının tek sebebi ise “tekrar yasası”. Tekrar yasasını günde iki defa doğruyu gösteren bozuk bir saat gibi düşünebilirsiniz. Olumlamanızı o kadar sık ve o kadar çok tekrar edersiniz ki, bir noktada, kritik zihnin aşırı yüklü olduğu bir ana denk gelerek onu atlatabilir ve bilinçaltına ulaşabilir.

Ancak burada da şöyle ufak bir sorun olduğunu hatırlatayım; yaptığınız olumlamayla ilgili bilinçaltında onun tam tersini doğrulayan yüz tane kayıt varsa sizin bu dengeyi bozmak ve aksi yönde bir inanç oluşturmak için yüz birinci kayda ihtiyacınız var. (Gerekli not: bunu sakın yaptığımız bireysel çalışmalarla karıştırmayın! Bireysel çalışmalarda bilinçaltındaki işlem görmemiş kaydı yüzeye çıkarıyor ve sorunun kökenine inerek şifalanmasını sağlıyor, tüm bunları enerji bedenine müdahale ederek yapıyoruz. Şu an sadece ve sadece “olumlamalardan” bahsediyorum).

Yani sırf pozitif cümleler kurarak bir şeyleri yoktan var etmek pek o kadar kolay değil.

Burada hemen bir not girmek istiyorum ama! Ben size olumlamalarınızı yazmayın demiyorum. Hedeflerinizi, niyetlerinizi onlara “odaklanmak” amacıyla mutlaka yazın. Ancak bir kere yazıp sonra 30 gün okumakla da olmuyor. Her gün yazın. El yazınızla! Bilinçaltınız el yazınızı tanır. El yazınızla yadıklarınız bilinçaltına daha kolay ulaşır. FAKAT: Yazmakla da kalmayın üstelik, parmağınızla da – hani çocuklar oku-yazma öğrenirken parmaklarıyla okuduklarının üzerinden geçerler ya, aynen o şekilde – okuduğunuzu takip edin. Bu beyninize neye odaklanması gerektiğini söyleyen bir elektrik sinyali gönderir.

İmgelemenin gücü burada devreye giriyor işte. Ama imgeleme de bu yazının konusu değil, o yüzden devam ediyorum.

Farz edelim “çirkin ve değersiz” olduğunuza dair olumsuz bir inanç kalıbınız var. Kendinize olumlamalarla “güzel ve değerli olduğunuzu” her söylediğinizde bilinçaltı “ama hayır, ben çirkin ve değersizim” inancını tekrar ediyor. Çünkü ona “büyük patron” yani bilinçli zihniniz tarafından “çirkin ve değersiz” olduğunuzu hissetmeniz gerektiği talimatı verildi. Daha evvel birçok yazıda belirttiğim gibi bilinçaltı sadık bir emir eri gibi ne söylerseniz onu yapar. Siz inancınızın tam tersi olumlamalar yapınca olumsuz inanç kalıbı varlığını sürdürmek için ciddi mücadele verir ve daha da güçlenir, yerini sağlama almaya çalışır.

Peki o zaman, geriye bir tek imgeleme mi kalıyor, ama ben o konuda iyi değilim, başka ne var? diye düşünüyor olabilirsiniz…

———————————————————————————————————————-

Ancak imgelemenin enerji psikolojisi alanında oldukça kuvvetli ve mutlaka tavsiye edilen bir teknik olduğunu söylemeden geçmeyeyim… İmgeleme yaptığınızda, beyninizin en derin kısmı, görsel korteksinizle etkileşime geçersiniz. İmgelediğinizde, beyninizin imgeleme yapan kısmı, bunun gerçek mi yoksa hayal ürünü mü olduğunun ayrımını yapamaz. Bununla birlikte, başarmak istediğiniz bir şeyi, ulaşmak istediğiniz bir hedefi imgelediğinizde, bunları sağlamlaştıracak nöral bağlantılar kurmaya başlarsınız. Ve şaşırtıcı bir şey olur. Otomatisite denen şey süreci devralır ve düzenli olarak imgelediğiniz şey otomatik hale gelir. Otomatik hale gelir gelmez beyninizin deha bölümü (sol prefrontal korteks) devreye girer ve o hedefi gerçekten başarmanız için çözüm aramaya başlar.

———————————————————————————————————————-

Olumlamaya iyi bir alternatif, bilgilendirici bir doğrulama cümlesi kurmaktansa “sorgulayıcı” bir yaklaşım. Olumlamaların umut edici yönde bir “beyan” olduğunu unutmayın. Kendinizi sevdiğinizi beyan ediyorsunuz, zengin olduğunuzu beyan ediyorsunuz, başarılı olduğunuzu beyan ediyorsunuz vs… Ama gerçekten bunların hiçbirine inanmadığınız için, yani bilinçaltınızda bu beyanı doğrulayıcı bir kayıt olmadığı için başaramıyorsunuz.

Etrafınızda Access Bars ile ilgilenen birileri varsa mutlaka “bundan daha iyi nasıl olur?” sorusunu duymuşsunuzdur… Hayır, bunun yerine kendinize “bu” soruyu sorun demiyorum. Sadece beyan etmek yerine sorgulayıcı yöntemi deneyin, yani SORU SORUN diyorum. Ancak şu çok önemli; soru sorun fakat cevabını aramayın! Bırakın o işi bilinçaltı yapsın..

Buna dair 2010 yılında yürütülmüş bir araştırma da var. Çalışmanın detaylarına girmeyeceğim ama çıkan sonuçlara göre araştırmacılar, herhangi bir konuda başarılı sonuçlar elde etmek istediğimizde kendimize “soru sormanın” bir şeyleri “beyan etmekten” daha güçlü netice verdiğini ortaya koymuşlar. (“Motivating goal-directed behavior through introspective self-talk: the role of the interrogative form of simple future ten“, I. Senay, D. Albarracin, K. Noguchi, 2010).

Soru sormak çok büyülü, çünkü bilinçaltımıza o “sorunun cevabını bulması gerektiği” mesajını veriyorlar… Merakımızı harekete geçiriyorlar kısaca… Bu strateji olumlamalardan daha iyi çalışıyor çünkü olumsuz düşüncelerinizi, hislerinizi, inanç kalıplarınızı yok saymıyor ve onlarla mücadeleye girişmiyor. Böylece bilinçaltınızla müttefik olmaya başlıyorsunuz, ki onun da yaratıcı çözümler üretmekte ne kadar iyi olduğunu tahmin ediyorsunuzdur.

Siz de olumlamalarınızı beyan cümlesinden çıkararak sorgulamalı öz konuşmalara dönüştürebilirsiniz.

Nasıl mı? Mesela, “hayatıma bolluk ve bereketin girmesini seçiyorum” yerine “hayatımda bolluk ve bereketi arttırmak için neler yapabilirim?”, ya da “kilo vermek istiyorum” yerine “daha sağlıklı beslenmek ve kendimi bedenimde iyi hissetmek için neler yapabilirim?”, ya da “mutlu olacağım bir birlikteliği hayatıma çekiyorum” yerine “kendimle, kendi hayatımda mutlu olmak için neler yapabilirim? Bu mutluluğu nasıl bir yol arkadaşı (hayat arkadaşı) ile paylaşabilirim?” vb. gibi…

———————————————————————————————————————-

2010 yılında Psychological Science dergisinde yayınlanan bir araştırma konuya ışık tutuyor. İster olumlu görüşler gibi pozitif, ister kısıtlayıcı inanç kalıpları gibi negatif olsun, kendi kendine konuşma bir “beyan” yerine geçerken, sorgulayıcı konuşma ise sadece soru sormakla ilgili.

Yapılan araştırmada, dört farklı katılımcı grubundan birtakım anagramlar çözmeleri istenmiş. Ancak göreve başlamadan önce, araştırmacıların onların el yazısıyla ilgilendikleri söylenmiş ve her gruptan el yazısıyla 20 kez “yapacağım,” “yapacak mıyım?”, ya da “ben” yazmaları istenmiş. “Yapacak mıyım?” yazan katılımcıların diğer gruplardan neredeyse iki kat daha fazla anagram çözdüğü gözlemlenmiş.

———————————————————————————————————————-

Önce algınızı değiştirin. Neden mi?


Şöyle bir örnekle gireyim konuya… Önünüzde bir olay yaşandı, siz ve iki arkadaşınız bu olaya tanık oldunuz ve üçünüz de farklı tepkiler verdiniz. Olay aynı, duyusal (görme, duyma vb. gibi) algı işleyişiniz aynı, fakat tepkileriniz bambaşka… Bunun sebebi neye dayanıyor? Şimdi yetiştirilme tarzı, sosyokültürel seviye, öğrenim vs. gibi şeyler sıralayabilirsiniz, evet… Ama peki bütün bunlar ta çocuk yaşlardan bu yana bize ne verdi dersiniz? Öğrenilmiş ve kazanılmış tepkiler… Yani çevremizde olup bitenler hakkında geliştirdiğimiz anlam, inanç, yorumlama, değerlendirme ve düşünme kalıpları. Düşünce sürecimizin bir ürünü olarak gördüğümüz bir olayı kendi “kavram süzgecimizden” geçirip verdiğimiz bir davranışsal tepki.

Yani madem tanık olduğumuz aynı olaya farklı tepkiler veriyoruz, o zaman olayları farklı okuyor ve yorumluyoruz. Yani takındığımız tutum, davranış farklılığı, kendi içimizde o olaya dair kafamızda ürettiğimiz anlam, yorum ve bunların kaynağı olan inançlardan kaynaklı. Bunu şöyle düşünebilirsiniz, çocukken ebeveyni köpekten korkan bir çocuk, köpek korkulacak bir şeydir yorumuyla yetişmiştir. Sokakta bir köpekle karşılaştığında takınacağı tutum, tam aksi yönde hareket eden bir ebeveynle yetişmiş çocuğunkinden elbette ki farklı olacaktır.

Yani bütün bu uzun girizgâh ne demek oluyor? Bir olay neticesinde meydana gelen öfke, korku, kaygı, tedirginlik vb. gibi duyguların nedeni, asla olayın kendisi değil, bu olayla ilgili kavramsal süzgecin -bireyden bireye değişen- işleyiş biçimidir.

Bir olay meydana geldiğinde sizin algılarınız çalışır, önce duyusal olarak veri girdisi olur, düşünmeye başlarsınız, yani olay sizin düşünmenize sebep olur, evet… Ama ne düşünmeniz gerektiğini tayin etmez! Bunu tayin eden, bakın burayı büyük harflerle yazıyorum, SADECE VE SADECE, sizin anlam ve yorum kalıplarınızdır.

Yani yaşadığımız korku, üzüntü, kaygı vb. gibi duygu hallerinin nedeni, asla bir dış etken, bir çevresel olay, YA DA BAŞKA BİRİ (!) değil, o yaşa kadar kazanmış olduğunuz yerleşik inanç, yorum ve anlam kalıplarıdır.

Peki bu ne demek oluyor? Yani algı biçimimizi değiştirirsek o zaman duygularımızı da değiştiririz…

Otomatik pilottan çıkın


Farkındalık tekamülün temel taşı… Kendimizle ilgili ne kadar keşif yapar, ne kadar kapı açarsak, açılacak o kadar çok kapı olduğunu fark ederiz. Etrafımızda ve hayatımızda olup bitenlere karşı edindiğimiz bakış açısı bizim için dünyamızı ve varlığımızı büyük ölçüde belirler. Bu yüzden muhtemelen hayatta öğrenebileceğimiz en hayati ders, düşündüğümüzün önemidir. Eğer sürekli başarısızlığı düşünüyorsanız, ya da odağınız hep başarısızlık üzerineyse, kaçınılmaz olarak başarısız olmanın yolunu bulursunuz. Eğer sağlık veya bereket ise odağınız, daha fazla sağlık ya da bereket için yol açan bilinçli bir karar verirsiniz. Ne yazık ki birçoğumuz edindiğimiz bakış açısının farkında olmuyor, onu bilinçli olarak seçmiyoruz. Gizli davranışlarımız olarak kabul edilebilecek düşüncelerimiz yaşamın akışına bırakıldıkça etrafımızdaki olaylar ve başkaları tarafından şartlandırılıyor. Bu nedenle yaşadığımız sorunlarımızın temelinde yatan, farkındalık eksikliğidir. Yapmamız gereken tek şey ise, bu otomatik pilot halinden çıkarak farkındalığı normalde bilinçsiz geçirdiğimiz süreçlere yaymak.

Yüzeysellikten çıkan, keskin gözleme dayanan, bunu yaparken de yargılamayan, alışılmış ya da zorlayıcı tepkiler içermeyen, ancak hayat deneyiminin akışında gerçekte ne olduğunu açıkça kabul eden bir gözlem… Bu farkındalık anda kalıp olup biteni gözlemlemek kadar, kendine dönüp kendini de keşfetmek, iç dünyamızı nasıl fark ettiğimizi ve izlediğimizi bilmek aslında. İçimizde neler olduğunu fark ettiğimizde, yaptığımız hatalar ya da yanlış kararlar, seçimler konusunda kendimize acı çektirmek yerine, onları insan olmanın kaçınılmaz bir parçası olarak kabul edebiliriz. Farkındalık kendimiz hakkında bilgi birikiminin ötesine geçer: bu aynı zamanda iç durumumuza açıklıkla bakabilmekle ilgilidir.

Zihnimiz, duygusal yaşamımızın bir planını oluşturmak için belirli bir olaya nasıl tepki verdiğimize dair bilgileri saklama konusunda son derece beceriklidir. Bu bilgiler, gelecekte de benzer bir olayla karşılaştığımızda, belirli bir şekilde tepki vermemiz için şartlandırmamızla sonuçlanır. Farkındalık, bu otomatik pilottan çıkarak zihni ondan kurtarmanın temelini oluşturabilecek olan bu şartlanma ve zihnin önyargılarının bilincinde olmamızı sağlar. Duygularımızı ve düşüncelerimizi andan ana izleme yeteneği, kendimizi daha iyi anlamak, kendimizle barışık olmak ve düşüncelerimizi, duygularımızı ve davranışlarımızı aktif olarak yönetebilmenin anahtardır.

Neden “beden vuruşu”?


“Neden bilinçaltıma söz dinletemiyorum” diye düşündünüz mü? Ne kadar olumlamalar tekrar etsek de, dileklerimizi, niyetlerimizi, hedeflerimizi sayfalara döksek de, bir türlü amacımıza ulaşamıyor, bilinçaltı dediğimiz o haşarı çocuğu dize getiremiyoruz, öyle değil mi?

Bunun nedeni aslında çok basit… Bütün bunları yaparken esas olana, yani enerji bedenine müdahale etmeyişimiz…

Peki enerji bedenine nasıl mı müdahale ediyoruz?

Bunun için birçok teknik mevcut. Bunlardan biri de BEDEN VURUŞU (İngilizce kısaltmasıyla EFT (Emotional Freedom Technique) yani Duygusal Özgürleşme Tekniği).

Beden vuruşlarıyla duyguları, deneyimleri, yanlış inançları ve kararları dönüştürmek, yaşadığınız travmaları, korkuları, fobileri, kaygıları, her türlü sorununuzu onun kökenine inerek, onunla yüzleşmenizi sağlayarak dönüştürmek mümkün. Beden vuruşları sayesinde belki de uzun zamandır hayatınız tökezleten, cehenneme çeviren sıkıntılarınızdan arınabilir, daha sağlıklı, daha özgüvenli, kendinizi daha iyi hissettiğiniz bir hayata merhaba diyebilirsiniz.

Negatif paternleri geride bırakabilirsiniz


Negatif paternler aslında bir sebep için gelişir. Mesela alkolik bir ebeveynle büyümüş bir çocuk ileride kendini korumak için duvarlar örmeye başlamış olabilir. Bu duygusal ve fiziksel açıdan yaşamsal bir dürtüdür ve gayet anlaşılabilir. Ama yıllar sonra o çocuk büyüyüp gayet güven içinde yaşayan bir birey olsa dahi, ördüğü bu duvarlar ve geliştirdiği başka korunma mekanizmaları işlemeye devam eder. O duvarlara artık ihtiyacı olmasa da onlar hala oradadır. O duvarlar artık bir alışkanlık haline gelmiştir. Biz büyüdükçe bu negatif, koruyucu paternler daha da sağlamlaşmaya, kalıcı olmaya başlar ve bazen özel hayatımızı da iş hayatımızı da sabote eder hale gelir.

Beden vuruşlarıyla artık işinize yaramayan ve size yük olan bu eski paternlerden kurtulabilirsiniz. Bunun için öncelikle olumsuz, bireyin yararına olmayan patern belirlenir ve onu oluşturan sebeplerle yüzleşilir. Ardından bu negatif patern yerine tam tersi, olumlu, pozitif yeni inançlar ve yorumlar yerleştirilerek bilinçaltının dönüşümü gerçekleşmiş olur. EFT ile ihtiyaç duyduğunuz her şeyi dönüştürebilir, daha sağlıklı, daha özgüvenli, kendinizi daha iyi hissettiğiniz bir hayat yaşayabilirsiniz.