Stres tepkisiyle nasıl başa çıkılır?


İnsan bir tehditle karşı karşıya kaldığında beyni alarm durumuna geçer ve bedeni “savaş ya da kaç” (fight or flight) tepkisine hazırlar. Bu stres tepkisi, bedenin tüm savunma mekanizmasının tehdide karşı savaşmak ya da kaçmak üzere hazır ola geçmesidir.

Bu tepki insanlığın avlandığı ilkel zamanlar için son derece işlevsel ve yaşamsaldır. Karşılaşılan fiziki bir dış tehdit vardır ve insan hayatta kalma dürtüsüyle ya bu tehdide karşı savaşmak ya da ondan kaçmak zorundadır. Ancak modern dünyada değişen yaşam koşullarıyla fiziki dış tehditlerin yerini daha çok içten gelen tehditler alıyor. Artık stres tepkisini tetikleyen savaşmak ya da kaçmak zorunda kalacağımız bir yırtıcı hayvandan çok kredi borcu, faturalar, iş hayatının yoğunluğu ve stresi gibi konular. Ve maalesef günlük hayatımız küçük çapta savaş/kaç tepkileriyle dolu.

Tam da bu noktada beden vuruşlarının (EFT’nin) öneminin altını çizmek gerekiyor. EFT tekniğinde uygulanan “tapping”, yani meridyen noktalarına parmak uçlarıyla yapılan hafif vuruşlar, bedende tetiklenen savaş/kaç tepkisini durduruyor, bu tepkinin tetikleyicisi amigdalaya bunun artık bir tehdit olmadığı mesajını veriyor, zihin ve bedeni yeniden programlayarak daha farklı şekilde tepki vermesini ve bedende depolanan duygusal enerjinin boşaltılmasını sağlıyor.

Beden vuruşlarıyla ilgili daha fazla bilgiye menüdeki 1:1 Çalışmalar bölümünden ulaşabilirsiniz.

Kalp zekanızı göz ardı etmeyin!


Kalp zekâsı mı olur demeyin… Aslında kalbin kan pompalamaktan çok daha fazlasını yaptığı ta 1990’ların başında “Neurocardiology” dergisinde yayımlanan bir bilimsel keşifle ortaya kondu bile. Yapılan araştırma, kalp ile beyin arasında aslında çok güçlü bir ilişki olduğunu keşfetmiş.

İkisi arasındaki bu yakın ilişkiyi inceleyen Montreal Üniversitesi’nden J. Andrew Armor (MD, Ph.D.) liderliğindeki bilim insanları, 40.000 nöronun ve duyusal nöritlerin kalp içinde bir iletişim ağı oluşturduğunu ortaya koymuş.

Nöritler vücutta farklı işlevleri yerine getirmek için nöronun ana gövdesinden gelen minik izdüşümleri. Bazıları diğer hücrelere bağlanmak için nörondan bilgi taşırken, diğerleri çeşitli kaynaklardan gelen sinyalleri tespit etmekle ve onları nörona taşımakla yükümlü. Nöronlar insan beyninde ve omuriliğinde yoğunlaşmış olsa da, kalpte ve diğer organlarda da bu hücrelerin keşfedilmiş olması, kalp zekası ve vücutta var olan iletişimin seviyesine dair yepyeni bir bakış açısı sağlamış.

Bu keşfi istisnai kılan şey ise, kalpteki nöritlerin beyinde bulunan fonksiyonların çoğunu yerine getirebiliyor olması. Yani basit bir ifadeyle, Armor ve ekibi, kalpteki küçük beyni ve bunun varlığını mümkün kılan uzman nöritleri keşfederek “kalp beyni” adını verdikleri bu sistemin, beynimizdekine benzer nörotransmiterler, proteinler ve destek hücrelerinden oluşan karmaşık bir sinir ağı olduğunu ortaya koymuş.

Kalbimizdeki küçük beyin araştırmacılar tarafından keşfedildiğinde, fiziksel ve metafiziksel açıdan oynadığı rol de gün ışığına çıkmış durumda:

– Vücuttaki diğer organlardaki duyusal nöritlerle doğrudan kalbin iletişimi

– Kalp zekâsı olarak bilinen kalp temelli bilgelik

– Derin sezgi halleri

– Bilinçli yetenekler

– Kendini iyileştirme mekanizması

– Süper öğrenme yeteneklerinin uyanışı

– Ve daha fazlası…

Armour’un kalp zekâsı keşfi, kendimiz hakkında düşünme biçimimizi sonsuza kadar değiştirme potansiyeli sağlıyor. Vücudumuzda neyin mümkün olabileceği ve yaşamlarımızda neleri başarabileceğimize dair yepyeni bir anlam getiriyor.

Nörokardiyoloji alanındaki keşifler sezgi, önsezi ve kendini iyileştirme gibi deneyimleri açıklamaya gelince geleneksel inançları yakalamaya yeni başlamış diyebiliriz. Tarihi öğretiler, neredeyse evrensel olarak, kalbin zekasını kişilikleri, günlük kararlarımızı ve doğru ya da yanlışın ayırt edilmesini içeren ahlaki seçimler yapma yeteneğimizi doğrudan etkileyebilecek düzeyde bir yeteneğe sahip olduğunun zaten binlerce yıldır altını çiziyordu.

Önce algınızı değiştirin. Neden mi?


Şöyle bir örnekle gireyim konuya… Önünüzde bir olay yaşandı, siz ve iki arkadaşınız bu olaya tanık oldunuz ve üçünüz de farklı tepkiler verdiniz. Olay aynı, duyusal (görme, duyma vb. gibi) algı işleyişiniz aynı, fakat tepkileriniz bambaşka… Bunun sebebi neye dayanıyor? Şimdi yetiştirilme tarzı, sosyokültürel seviye, öğrenim vs. gibi şeyler sıralayabilirsiniz, evet… Ama peki bütün bunlar ta çocuk yaşlardan bu yana bize ne verdi dersiniz? Öğrenilmiş ve kazanılmış tepkiler… Yani çevremizde olup bitenler hakkında geliştirdiğimiz anlam, inanç, yorumlama, değerlendirme ve düşünme kalıpları. Düşünce sürecimizin bir ürünü olarak gördüğümüz bir olayı kendi “kavram süzgecimizden” geçirip verdiğimiz bir davranışsal tepki.

Yani madem tanık olduğumuz aynı olaya farklı tepkiler veriyoruz, o zaman olayları farklı okuyor ve yorumluyoruz. Yani takındığımız tutum, davranış farklılığı, kendi içimizde o olaya dair kafamızda ürettiğimiz anlam, yorum ve bunların kaynağı olan inançlardan kaynaklı. Bunu şöyle düşünebilirsiniz, çocukken ebeveyni köpekten korkan bir çocuk, köpek korkulacak bir şeydir yorumuyla yetişmiştir. Sokakta bir köpekle karşılaştığında takınacağı tutum, tam aksi yönde hareket eden bir ebeveynle yetişmiş çocuğunkinden elbette ki farklı olacaktır.

Yani bütün bu uzun girizgâh ne demek oluyor? Bir olay neticesinde meydana gelen öfke, korku, kaygı, tedirginlik vb. gibi duyguların nedeni, asla olayın kendisi değil, bu olayla ilgili kavramsal süzgecin -bireyden bireye değişen- işleyiş biçimidir.

Bir olay meydana geldiğinde sizin algılarınız çalışır, önce duyusal olarak veri girdisi olur, düşünmeye başlarsınız, yani olay sizin düşünmenize sebep olur, evet… Ama ne düşünmeniz gerektiğini tayin etmez! Bunu tayin eden, bakın burayı büyük harflerle yazıyorum, SADECE VE SADECE, sizin anlam ve yorum kalıplarınızdır.

Yani yaşadığımız korku, üzüntü, kaygı vb. gibi duygu hallerinin nedeni, asla bir dış etken, bir çevresel olay, YA DA BAŞKA BİRİ (!) değil, o yaşa kadar kazanmış olduğunuz yerleşik inanç, yorum ve anlam kalıplarıdır.

Peki bu ne demek oluyor? Yani algı biçimimizi değiştirirsek o zaman duygularımızı da değiştiririz…

Başkasını değil, kendinizi rol model alın!


Birçoğumuz zaman zaman birilerini rol model almışızdır hayatımızda… Bazıları dönemsel, bazıları çok daha kalıcı olmuştur. Rol model almakla ilgili sıkıntı, model aldığımız bireyin aynaladığımız tavrının ya da yönünün bize ne kadar yararlı olduğu, bizim kendi yaşam senaryomuzda bize faydasının mı yoksa zararının mı dokunduğu… Aslına bakılırsa, hepimiz – her birimiz – için rol alınacak çok iyi bir model var önümüzde. Kim mi dersiniz? Tabii ki kendimiz… Ancak asıl soru şu; hangi “kendimiz”?

Hepimiz hayat akışımız boyunca, hatta bazen aynı gün içinde bile iniş-çıkışlar yaşıyoruz. Dip noktalara vurduğumuz kadar, çok pozitif hissettiğimiz anlarımız da oluyor. Şimdi gözlerinizi kapatıp kendinizi o duygu skalasının tepe noktasında hissettiğiniz anlardan birini düşünün. O “versiyonunuzu” gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Belki başarılı bir sunum sonrası tebrikleri kabul ediyorsunuz, ya da hep denemek istediğiniz bir yemeğin altından ziyadesiyle kalktınız ve kendinizle gurur duyuyorsunuz… Bu son derece pozitif hisseden versiyonunuza bakın ve duygularını, o yüksek enerjinin ona neler kattığını bir düşünün şimdi…

İşte aslında hepimiz için rol alınacak bir model var çok yakınımızda. Dip noktada, yılmış, ya da çıkmazda hissettiğimizde dönüp yine bakacağımız, kendimizin en pozitif hali… Aynalamamız gereken onun enerjisi ve o enerjiyle neleri başarabileceği. Çıkmazda olduğunuz zamanlar sadece sorunları görürsünüz. Çözümler görünmez hale gelir. Biz düşük enerjideyken her fikir, her çözüm, her arayış, her cevap, düşük enerjili olur. Ama dönüp o duygu skalasının pozitif tarafındaki bir versiyonunuzu düşündüğünüzde, onun enerjisine sahip olsaydınız neler yapabileceğinizi, nasıl olacağınızı düşündüğünüzde, sis bulutu yavaş yavaş dağılmaya başlar ve karşımıza daha iyi cevaplar gelir… O yüzden en iyi rol modelinizin kendiniz olduğunu unutmayın!

Değişime neden direniriz?


Birçoğumuz hayatımızda irili ufaklı değişimler isteriz… Daha mutlu bir hayat, daha çok para, belki daha geniş bir ev, daha lüks bir araba, ya da daha keyifli bir ilişki… Çoğumuz bunları istediğimizi söylesek de aslında istemeyiz… Çünkü bize dair hiçbir şey bildiğimiz o güvenli alandan çıkıp “bilinmeyenin” karanlık patikalarına sapmak istemez. Doğamız gereği bildiğimiz düşman, bilmediğimiz dosttan daha güvenli gelir.

Belki o yüzden içinizden bazıları mutsuz olduğu ve aslında ayrılmanın en sağlıklısı olacağını bildiği halde ilişkisini sonlandıramaz bir türlü… Neden? Çünkü bilinçaltı sonuna kadar direnir. Kendince sizi bilinmeyenden korumaya çalışır. Bilinçli zihnimiz doğrusunun ne olduğunu bilse bile, bilinçaltı zihinle aynı frekansta olmadığında, yani çatıştığında, o savaşı kim kazanır tahmin edebildiniz mi?

Bizden bağımsız kararlar alan bu haylaz patrona elbette ki söz geçirmek mümkün. Beden vuruşları bu görüş ayrılıklarını saptayıp bilinçaltına doğru yönlendirmeleri vermekte oldukça etkin bir yöntem. Tek bilmeniz gereken, karşınızdaki bu muazzam mekanizmanın gücünü bilmek ve onunla savaşmak yerine onun artılarını kendi avantajınıza çevirmek. Nasıl ki şu an yaşadıklarınızı bilinçaltınız yarattıysa, daha hayrınıza olacak yaşam senaryolarını neden yaratmasın?

Otomatik pilottan çıkın


Farkındalık tekamülün temel taşı… Kendimizle ilgili ne kadar keşif yapar, ne kadar kapı açarsak, açılacak o kadar çok kapı olduğunu fark ederiz. Etrafımızda ve hayatımızda olup bitenlere karşı edindiğimiz bakış açısı bizim için dünyamızı ve varlığımızı büyük ölçüde belirler. Bu yüzden muhtemelen hayatta öğrenebileceğimiz en hayati ders, düşündüğümüzün önemidir. Eğer sürekli başarısızlığı düşünüyorsanız, ya da odağınız hep başarısızlık üzerineyse, kaçınılmaz olarak başarısız olmanın yolunu bulursunuz. Eğer sağlık veya bereket ise odağınız, daha fazla sağlık ya da bereket için yol açan bilinçli bir karar verirsiniz. Ne yazık ki birçoğumuz edindiğimiz bakış açısının farkında olmuyor, onu bilinçli olarak seçmiyoruz. Gizli davranışlarımız olarak kabul edilebilecek düşüncelerimiz yaşamın akışına bırakıldıkça etrafımızdaki olaylar ve başkaları tarafından şartlandırılıyor. Bu nedenle yaşadığımız sorunlarımızın temelinde yatan, farkındalık eksikliğidir. Yapmamız gereken tek şey ise, bu otomatik pilot halinden çıkarak farkındalığı normalde bilinçsiz geçirdiğimiz süreçlere yaymak.

Yüzeysellikten çıkan, keskin gözleme dayanan, bunu yaparken de yargılamayan, alışılmış ya da zorlayıcı tepkiler içermeyen, ancak hayat deneyiminin akışında gerçekte ne olduğunu açıkça kabul eden bir gözlem… Bu farkındalık anda kalıp olup biteni gözlemlemek kadar, kendine dönüp kendini de keşfetmek, iç dünyamızı nasıl fark ettiğimizi ve izlediğimizi bilmek aslında. İçimizde neler olduğunu fark ettiğimizde, yaptığımız hatalar ya da yanlış kararlar, seçimler konusunda kendimize acı çektirmek yerine, onları insan olmanın kaçınılmaz bir parçası olarak kabul edebiliriz. Farkındalık kendimiz hakkında bilgi birikiminin ötesine geçer: bu aynı zamanda iç durumumuza açıklıkla bakabilmekle ilgilidir.

Zihnimiz, duygusal yaşamımızın bir planını oluşturmak için belirli bir olaya nasıl tepki verdiğimize dair bilgileri saklama konusunda son derece beceriklidir. Bu bilgiler, gelecekte de benzer bir olayla karşılaştığımızda, belirli bir şekilde tepki vermemiz için şartlandırmamızla sonuçlanır. Farkındalık, bu otomatik pilottan çıkarak zihni ondan kurtarmanın temelini oluşturabilecek olan bu şartlanma ve zihnin önyargılarının bilincinde olmamızı sağlar. Duygularımızı ve düşüncelerimizi andan ana izleme yeteneği, kendimizi daha iyi anlamak, kendimizle barışık olmak ve düşüncelerimizi, duygularımızı ve davranışlarımızı aktif olarak yönetebilmenin anahtardır.

Stresin etkileri


Stresin duygudurumumuz üzerinde önemli etkilere sahip olduğunu sanırım hepimiz tahmin edebiliriz. Hayatın günlük akışında, herkes duygu durumunda dalgalanmalar yaşayabilir. Ancak, stresi baskın olarak hissettiğimiz zamanlarda normalden daha yorgun, daha tükenmiş, daha sinirli hissedebilir, ya da daha sakar, dikkatsiz, unutkan olabiliriz. Stres vücutta aşırı uyarılmışlığa sebep olur. Bu da en başta uykumuzu olumsuz anlamda etkiler. Uykusuzluk, sinir, dikkat dağınıklığı, odaklanma ve hafıza sorunları olarak karşımıza çıkar. Bununla da kalmaz üstelik. Uyku sorunları, kalp rahatsızlığı, depresyon ve obezite gibi sağlık sorunlarına dönüşme riski de taşır. Bununla birlikte, insanlar bazen farkında olmadan, stresi kendilerinde stres yaratan başka alışkanlıklarla çözmeye çalışır; sigara, alkol ya da yemek gibi… Bu da stres döngüsünü devam ettirmekten başka bir işe yaramaz.

Tüm bunlarla mücadele etmenin temel yolu, stresi yönetebilmekten geçer.

Peki siz stres seviyenizin farkında mısınız ve onunla nasıl başa çıkıyorsunuz?

Yazı farkındalığı alıştırmaları


İşte size kâğıdın başına oturmak için kolay bir başlangıç… Neden mi? Daha evvelki yazılarımda biraz değindiğim üzere, yazmanın sağladığı farkındalık (ki bu konuya başka bir yazıda daha detaylı yer vereceğim!) zihinsel ve bedensel dönüşümümüz için oldukça faydalı. Uygulaması son derece kolay ve kısa bu alıştırmalarla siz de yazı farkındalığı geliştirebilir, yazarak şifaya adım atabilirsiniz. Aman canım böyle alıştırma mı olur demeyin, önce bir deneyin!

Alıştırma 1: Öncelikle bedeninize odaklanın. Nasıl hissediyorsunuz? Hemen şu an bir şarkı olsaydınız hangisi olurdunuz? Vücudunuzun her parçasını zihninizle teker teker tarayın. Elleriniz sıcak mı, soğuk mu, terliyor mu? Ayaklarınız üşüyor mu? Bacağınızda ya da başka bir yerde bir ağrı hissediyor musunuz? Bedeninize dair farkındalık kazanın. Duyusal algılarınıza odaklanın, düşüncelerinize değil. Bedeninizin her bir parçasını taradıktan sonra fark ettiğiniz her şeyi yazmaya başlayın. Bitirdikten sonra bu kez kalkıp dans edin. Evet, dans edin! Hoplayın, zıplayın… Bunu yaparken yine bedeninize odaklanın. Bu sefer nasıl hissediyorsunuz? Aradaki farkı hissetmeye çalışın.

Alıştırma 2: Bu sefer de bir renk olduğunuzu hayal edin. Şu an içinde bulunduğunuz ruh halini anlatan bir renk… Hangi renk olurdunuz? Parlak bir sarı mı, solgun bir mavi mi? Ya da mavi sizin için capcanlı bir gökyüzü anlamına mı geliyor? Hangi renk olduğunuza karar verdikten sonra o renge odaklanın. Ve seçtiğiniz rengi düşündüğünüzde aklınıza gelen tüm nesneleri, sesleri, manzaraları, görüntüleri, duyguları yazmaya başlayın. Sonra kendinizi renklerle ve tonlarla anlatmaya koyulun: mesela; ben parlak pembe renkli bir sardunyayım, kahkaham mor kadife bir menekşe gibi, güldüğümde gözlerim koyu bir ceviz gibi parlıyor, cildim beyaz bir ipek mendil gibi…

Alıştırma 3: Son olarak, önünüze boş bir kâğıt alın ve tepesine “şükürler olsun” yazın. Sakın dalga geçmeyin! Biraz düşündüğünüzde hayatınızda şükredeceğiniz ne kadar çok şey olduğunu fark edeceksiniz. Aklınıza gelen her şeyi yazın ve bu kâğıdı bir kenarda saklayın.

Kişisel refahınız için yazmanın faydaları


Kelimeler önemlidir. Hepimiz hikâye dinlemeyi çok sevmez miyiz? Reklamverenlerin ajanslara mükemmel metni oluşturmak için deli gibi paralar dökmesinin nedeni de bu değil mi? Bu yüzden “sus” kelimesi bizi ürpertir ama “seni seviyorum” içimizi sıcacık yapmaz mı?

Evet, kelimeler önemli. Üstelik fiziksel ve duygusal olarak refahımız için de oldukç faydalı. Kendinizi kötü hissettiğinizde elinize kalem almayı düşünüyor musunuz? Belki de denemelisiniz. Çünkü yazmanın terapi etkisi azımsanacak gibi değil.

Yazma terapisinin öncülerinden sosyal psikolog James Pennebaker’ın yaptığı araştırmalar yazı ile fiziksel değişimler arasında ciddi bir bağlantı olduğunu ortaya koydu. Pennebaker, belirli bir travmaya odaklanan anlamlı metinler yazmanın, söz konusu travmanın daha hızlı iyileşmesini, bağışıklık sisteminin güçlenmesini, kan basıncı seviyesinin düşmesini, daha yüksek beyaz kan hücresi sayımı, daha sağlıklı bir uyku düzeni ve artrit ağrılarında azalma sağladığını kanıtlıyor.

Benzer şekilde, Steven M. Toepfer ve Kathleen Walker, pozitif olaylara ya da geleceğe dair pozitif beklentilere odaklanan yazıların kişinin mutluluk ve memnuniyet hissi üzerinde etkisi olduğunu kanıtladı. Burton ve King, olumlu deneyimler üzerine yazmanın sağlığa yararlarını araştırdıkları benzer bir çalışmada, yazmanın sağlık merkezlerine ya da doktorlara yapılan ziyaretlerde de dikkat çekici bir azalma olduğunu ortaya koydu.

Dolayısıyla yapılan araştırmalar yazmanın hayatın zorluklarıyla başa çıkmak için harika bir yol olduğunu kanıtlar nitelikte. İçimizdeki susmak bilmeyen eleştirmeni dindirmek ve yaşadıklarımızdan bir anlam yaratabilmek için hem uygulaması kolay hem de etkili bir yöntem yazmak… Kelimeler önemli demiştik, ama esas önemli olan bize sağladıkları…

Buna dair yine burada pratik küçük alıştırmalar da paylaşacağım!

Mutluluğa dair – 4 (son)


Mutluluğumuzun önündeki bir önceki yazıda bahsettiğimiz engeller güçlü olsa da neyse ki aşılmaz değiller. Tüm bu faktörlere rağmen yine de uzun süreli mutluluk mümkün. Bunun için sadece doğru yere bakmalı ve doğru alışkanlıkları geliştirmeliyiz.

Peki neler gerçekten de kontrolümüz altında?

Araştırmalara göre genler bir insanın mutluluk seviyesinin % 40-50’sini oluşturuyor, ancak iyi haber, etrafımızdaki koşulların mutluluğumuzun sadece küçük bir kısmını (araştırmalara göre %10’u) etkilemesi. Ne kadar para kazandığımız, ilişkimiz, işimiz, nerede yaşadığımız vb. gibi dışsal koşullar mutluluk seviyemizin sadece küçük bir kısmını oluşturuyor.

Bu demek oluyor ki % 40-50’lik bir oran tamamen kontrolümüz altında! Dolayısıyla yaptığımız seçimler, geliştirdiğimiz zihniyet ve alışkanlıklar ile mutluluk seviyemizde ciddi bir söz hakkına sahibiz!

Mutluluk psikolojisi araştırmaları mutluluk seviyemizde kalıcı artışlar yaratan 10 temel ilke sıralıyor. Bu ilkelerin her biri kapsamlı bir şekilde araştırılmış, sayısız bilimsel çalışmalarla desteklenmiş ve kişinin mutluluğundaki anlamlı değişikliklerle ilişkilendirilmiş. Hepsinden önemlisi, bu ilkelerin hepsi çabayla öğrenilebilir.

Kalıcı mutluluğun 10 temel ilkesi:

1. Şükran: Araştırmalar, hayatımızın olumlu yönleri için şükran ve takdir duygusunu teşvik etmenin kendi mutluluk düzeyimiz üzerinde güçlü bir etkiye sahip olduğunu ve mutluluğun en önemli anahtarlarından biri olduğunu gösteriyor. Araştırmalar odağımızı yaşamlarımızdaki iyiye doğru çevirdiğimizde çok daha mutlu olabileceğimizi ifade ediyor.

2. Nezaket ve Merhamet: Mutluluğun bir başka önemli ilkesi de nezaket ifadeleri ve başkalarına karşı duyarlılık. Aslında çok sayıda çalışma, ister gönüllü işlerle ister başka yollarla olsun, başkalarına yardım etmenin mutlu olmanın en güçlü adımlarından biri olduğunu gösteriyor.

3. Kendinden Şefkat: İnsanların yaklaşık % 80’i kendilerine karşı diğer insanların davrandıklarından daha katı olma eğilimindedir. Maalesef, bu tür bir özeleştiri refahımıza çok büyük bir zarar veriyor. Araştırmalar kendine şefkat göstermenin zihinsel ve fiziksel sağlığımız üzerinde güçlü yararları olduğunu ortaya koyuyor.

4. Farkındalık: Yapılan araştırmalar uyanık olduğumuz zaman diliminin yaklaşık yarısını zihinsel bakımdan andan kopmuş olarak harcadığımızı gösteriyor. Yani başka bir deyişle, fiziksel olarak bir yerde bulunsak bile zihinsel olarak çoğunlukla başka bir yerdeyiz. İşin kötü yanı zihnimiz ne kadar çok dolaşırsa, mutluluk seviyemiz o kadar düşüyor. Bu nedenle yapılan araştırmalar farkındalığın – yani yargılayıcı olmayan bir şekilde şu anda farkında olma yeteneğinin – fiziksel sağlığımızla birlikte mutluluğumuza ve iyiliğimize de muazzam faydaları olduğunu gösteriliyor.

5. İyimserlik: Yapılan araştırmalar iyimserlerin birçok alanda karamsarlar bireylere göre daha mutlu ve sağlıklı olma eğiliminde olduğunu ortaya koyuyor. Dolayısıyla iyimserliğin hem zihinsel hem de fiziksel refahımız için önemini büyük.

6. İnsan ilişkileri: Teknoloji ve sosyal medya sayesinde bugünlerde sonsuz bir iletişim dünyasında yaşıyoruz. Ne yazık ki bazı çalışmalar, insan ilişkilerimizin kalitesinin iletişim yolları arttıkça bozulduğunu gösteriyor. Halbuki yapılan araştırmalar kalıcı mutluluğa ulaşmanın yollarından birinin de insan ilişkilerimizdeki kaliteyi arttırmak olduğunu gösteriyor.

7. Bağışlama: İçimizde kin, öfke, nefret gibi negatif duyguları depolamak, zihinsel ve fiziksel sağlığımız üzerinde toksik bir etkiye sahip. Mutlu bir yaşam sürmenin sırlarından biri de öfkelerimizden kurtulmak için affetme pratiği geliştirmek. Yapılan araştırmalar affetmenin sağlığımıza ve mutluluğumuza büyük yararlar sağladığı yönünde.

8. Güçlü yönlerimizi kullanma: Güçlü yönlerimizi keşfetmeyi ve onlardan faydalanmayı öğrenmek, mutlu olmanın temel ilkelerinden. Yapılan araştırmalar, güçlü yönlerimizi kullanmanın hem kendi mutluluk seviyemizi arttırmamızda, hem de hayatımızda daha büyük bir anlam ve amaç duygusu elde etmemizde büyük bir rol oynadığını gösteriyor.

9. Olumlu Deneyimlerin Tadını Çıkarma: Olumsuz deneyimler çok daha güçlü bir etkiye sahip olduğundan, her gün meydana gelen iyi deneyimleri gözden kaçırmak kolaylaşıyor. Bu nedenle yaşadığımız her olumlu ve pozitif deneyimin altını çizmek ve yüceltmek için keyif alma kabiliyetimizi geliştirmemiz gerekiyor. Çünkü olumlu deneyimlerin tadını çıkarmak kalıcı refahın önemli ilkelerinden biri.

10. Bedeninize ve sağlığınıza önem vermek: Mutlu olmanın yollarından biri de kendine iyi bakabilmek. Stresli zamanlarında, kendine (bedenine, sağlığına) dikkat edebilmek zorlaşır ve sağlığımız ilk etkilenen alanlardan biri olur. Uykumuza, beden egzersizine, sağlıklı beslenmeye dikkat ederek kalıcı refah için zemin hazırlayabiliriz.