Duygusal esneklik önemli. Neden mi?


Sadece spor yaparak ya da sağlıklı beslenerek sağlıklı yaşıyor olmuyoruz. İşin bir de zihinsel/duygusal boyutu var. Hatta bu tarafın da ne kadar önemli olduğunu evlerimize kapandığımız şu günlerde belki daha iyi anlıyoruz. Hareket alanımızın kısıtlanması kendimizle daha fazla didişmeye, daha fazla düşünmeye, o eleştirel iç sesi daha sık duymaya sebep oluyor olabilir.

Aslında şu dönemde ihtiyacımız olan gerekli “duygusal esnekliğe” sahip olmak. Geçen postta verdiğim bambu örneğini hatırlayın. Bambu dünyanın en dayanıklı ağaçlarından, çünkü esneme özelliği (bükülgenliği) en sert fırtınalara bile dayanmasını sağlıyor.

Peki stres ve kaygıyı daha yoğun hissettiğimiz şu günlerde onlarla mücadele etmek için neler yapabiliriz?

İşte size birkaç öneri:

1) Her durumda olabildiğinde pozitife odaklanın. Negatife düştüğünüz anda düşüncelerinizi pozitife odaklamak için kendinizi zorlayın hatta! Bir süre sonra bu davranış otomatikleşecektir. Bu tutumunuzu desteklemek için kendinize sorular sorabilirsiniz:

– şükredecek nelerin var?

– yolunda giden neler var?

– iple çektiğiniz neler var?

– kendinle hangi konularda gurur duyuyorsun?

– hangi konularda ya da nelere sahip olduğun için kendini şanslı hissediyorsun?

Unutmayın, olumsuza odaklanmak bir süre sonra gözümüzün önüne perde çeker ve hayatımızda aslında güzel olan, pozitif olan şeyleri de görmemeye başlarız.

2) Şikâyet etmeyi ve negatif konuşmayı bırakın. Yani mühim olan sadece düşüncelerimizi pozitife odaklamak değil, dilimizi de pozitife odaklamak. Bunun için ilk adım tabii ki şikâyeti bırakmak. Şikâyeti bırakabilmenin en kolay yolu “şükredeceklerimizin” farkına varmak. Hayatta aslında çok şeye sahibiz ama bunların bir minnet olduğunun farkında değiliz. Kaybettiğimizde anlıyoruz ancak. Şu geçirdiğimiz dönem belki de kıymet verecek ne çok şey olduğunu bize bir kez daha daha hatırlatıyor.

3) Cömert davranın. İyi niyetle, beklentisiz verin. Gönülden olun yani. Vermenin duygusal sağlığımız için iyi olduğu bilimsel olarak kanıtlanmış bir şey. Çünkü endorfin ve oksitonin salınımını tetikliyor. Bu da mutluluk, huzur ve başkalarıyla bağlantı duygularına yol açıyor ve stres seviyesini düşürüyor.

4) Minnettarlığınızı ifade edin: Cömertlik gibi minnettarlığın da duygusal sağlığımız için iyi olduğu bilimsel olarak kanıtlanmış. Minnettarlığı ifade etmenin iyimserlik getirdiği ve kişinin kendisini daha iyi hissettiği ve uzun vadede daha az sağlık sorunları yaşadığı otaya konmuş. Bunun için insanlara teşekkür ederek başlayabilirsiniz. Hatta bazen zihninizden de yapabilirsiniz. Her gün teşekkür edecek 5 tane durum tespit edin ve zihninizden bunlar için teşekkür edin mesela.

5) Zihninizi dinlendirin. Pozitif düşüncelere daha da yer açmak için zihnimizi ara ara boşaltmamız gerekiyor. Dikkatimizi dış dünyadan ve düşüncelerden bilinçli bir şekilde içe yöneltmek sistemi resetlemeye yardımcı oluyor. Ufak bir nefes çalışmasıyla bunu gerçekleştirmeniz mümkün:

– sessiz ve sakin bir ortam yaratın ve rahatça oturun

– gözlerinizi kapatın, derin bir nefes alın ve nefesinizi verirken yavaşlayın

– sonra yavaşça dört saniye boyunca nefes alın ve bir saniye kadar tutun

– nefesinizi tuttuğunuz sırada sessizliğe odaklanın

– sonra yine yavaşça nefesinizi bırakın ve tekrar sessizliği dinleyin.

Rahatladığınızı hissedene kadar bu çalışmayı tekrar edebilirsiniz.

6) Serbest bırakın. Bu dönemde yaşadığınız olumsuz duyguları serbest bırakabilmeniz daha da önem arz ediyor. Özellikle yüksek stres ve kaygı varsa. Hareket alanımızın kısıtlandığı şu dönemde, enerji çalışmaları yapmayanların duygularını bir şekilde “akıtabilmesi” oluşabilecek blokajların önüne geçebilir. Neticede duygu olarak tanımladığımız hareket halindeki enerjidir. Yerimizde durmamız gereken şu dönemde bu duygular eğer serbest bırakılmazsak sadece şişer, enerji bedenimizde aksaklıklara yol açar, ama ortadan kaybolmaz.

Duygularınızı serbest bırakabilmek için aşağıdaki alıştırmayı deneyebilirsiniz (bunu ayrı bir postta paylaşmıştım hatırlarsanız):

– sessiz ve sakin bir ortam yaratın ve rahatça oturun

– gözlerinizi kapatın derin bir nefes alın ve nefesinizi verirken yavaşlayın

– bunu yaparken yaşadığınız olumsuz duyguların bedeninizde neler hissettirdiğine odaklanın

– bedeninizde hangi duyguları, hangi fiziksel hisleri tutuyorsunuz? tüm bunlar size nasıl hissettiriyor?

– sakince nefes alıp verirken tüm bu hislere odaklanın

– bir sonraki nefesinizi verirken bedeninizdeki tüm tansiyonu bıraktığınızı hissedin

– sonra yüksek sesle tekrar edin “evet, bu …… (hissettiğiniz olumsuz duygu her ne ise onu söyleyin) hissediyorum, bu ….. akıp gitmesine izin veriyorum, bu …… serbest bırakıyorum ve şimdi akıyor ve gidiyor”.

– sonra bedeninizi ayaklarınızdan başlayarak yukarı doğru zihninizle tarayın ve bulduğunuz tüm gerilimi serbest bırakın

– rahatladığınız hissettiğinizde derin bir nefes alıp verin ve sakince gözlerinizi açın.

7) Birileriyle konuşun ve ihtiyacınız olursa yardım isteyin. Yaşadığımız sıkıntıları başkalarıyla paylaşmanın katartik bir etkisi var. Yapılan araştırmalar kadınların erkeklere göre daha uzun yaşamasının sebebinin tam da bu olduğunu açıklıyor. Yani birileriyle konuşmak ve sıkıntılarımızı paylaşmak. Yalnız, bunu yaparken sürekli negatifte olmamaya ve söylediğiniz her negatif şeyde yapıcı bir taraf bulmaya dikkat edin.

Bu zor zamanda yaşadıklarımızın üstesinden gelmek için duygusal esnekliğe sahip olabilmeye her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Ama başarabiliriz!!!

Mutluluk neden hedef olmamalı?


İnsanların üzülmekten ya da mutsuz hissetmekten dolayı neredeyse suçluluk duyduğuna tanık oluyorum. Sanki bunlar insani duygular değilmiş de zaman zaman da olsa böyle hissetmeye hakları yokmuş, tüm bu duygular, durumlar birer “kusurmuş” gibi. Sanki böyle hissettiklerinde kendilerinde bir kusur olduğuna ikna olmuşlar gibi.

Aslına bakarsanız, şartlandırmaların ve yönlendirmelerin büyük orandan insanların hayatlarını, hatta “kaderlerini” belirlediği bir toplumda yaşıyoruz desem sanırım kimse buna itiraz etmez. Kaç kişi hayatta sevdiği, keyif aldığı bir işte çalışıyor? Ya da idealindeki şeyleri yapabiliyor, hayallerinin peşinden gidebiliyor? Ya da gerçekten keyif aldığı bir birliktelik içinde?

İşte sürekli bir “çaba içinde” hissetmemizin sebebi belki de bu yüzden. Aslında, her an, her zaman mutlu hissetmemekte bir sıkıntı yok. Bu son derece doğal bir durum hatta; endişeli ya da üzgün hissetmek.

Ancak burada sıkıntı biraz da “mutluluk” kavramına yaklaşışımızda. İnsanlar genelde mutluluk peşinde koşuyor. Mutluluk peşinde koşulması gereken bir şeymiş gibi. Yani bir “olma anı”ndan çok bir “hedefe” dönüşüyor. Mutluluğu hep bir şeylere endeksleme alışkanlığına düşüyoruz; şunu yaparsam mutlu olucam, bu olursa mutlu olurum vs. vs. İdealleştirdiğimiz bu kavrama ne kadar uzak kalıyorsak, hayatımızın da o denli berbat ya da anlamsız olduğu hissine kapılabiliyoruz hatta.

Bunun yerine doyum aramak ve onu yaratmaya çalışmak daha sağlıklı bir tercih olabilir aslında. Doyumda, zor bir dönemden geçiyor olsanız bile her şeyin yolunda olduğu hissi var. Her şeye rağmen rahat ve sağlam bir temele sahip olduğunuzun bilgisini içeriyor. Güven veriyor. Doyum sizi bir hedefe ulaşma baskısından kurtarıyor. Bazen güzel bir kahvaltı belki uzun bir yürüyüş gibi kendinizle ilgilenerek bu doyumu yakalıyorsunuz, ya da bazen işinizde kendinizi gururlandırmanızı sağlayacak bir şey başararak.

Doyum bu nedenle son derece kişisel, tamamiyle size ait. Doyum, kendiniz için iyi bir şey yaptığınızda içinize doğan o sıcak his. Bu his öyle bir şey ki, ne başkalarının övgüsüne, paraya, birilerinin ilgisine, onayına, takdirine, hiçbir şeye dayanmıyor. Çünkü tüm bu sıraladıklarım sizi mutlu ediyor kuşkusuz, ancak son derece kısa bir süreliğine…

Doyum, seçtiğiniz herhangi bir işte iyi bir şeyler ortaya koyduğunuzu biliyor olmak. Bunu elde etmek için öyle harika şeyler yapmanız da gerekmiyor üstelik. Sadece denediğinizi veya elinizden gelenin en iyisini yaptığınızı bilmeniz bile doyum hissetmeniz için yeterli. Yaşadığınız dünya ve toplum için iyi bir birey, ya da görmek istediğiniz değişim olma fikri aslında doyum.

Kendi adıma konuşursam, hayatımda belirli bir yaşa gelme fırsatım olursa, geriye dönüp baktığımda yaptığım şeylerin gereksiz olduğunu hissetmek yerine, elimden gelenin en iyisini yaptığımı bilmek isterim. İşte tam da bu nedenle, büyük mutlulukların peşinde koşmaktan ziyade küçük şeylerden doyum almayı seçiyorum.

Daha büyük bir ev, daha yüksek bir maaş, daha havalı bir titr, daha paralı bir konum, daha lüks bir araba, daha egzotik bir tatil yerine kalbimizdeki boşluğu dolduran şeylere odaklanmaya başlamamızın iyi olacağını düşünüyorum. Sonuçta maddi şeylerin sağladığı duygu, ister mutluluk, ister zevk, ister başka bir şey olsun, kısa sürede kaybolur; ancak doyum aldığınız bir hayat sürdürmek, gerçekten önemli olan tek duygudur.

İlişkilerde “aşırı iyimserlik”


Bunlardan herhangi biri tanıdık geliyor mu?

– “Hala ilk evliliğini atlatmaya çalıştığı için bağlanma sorunu yaşıyor ama takılmaya devam edersek beni tanıyıp sevebilir…”

– “Travmatik bir çocukluk geçirdiği için kimseye bağlanamıyor”.

– “Beş yıldır birlikteyiz, ama yine de emin değil”.

– “Bütün arkadaşlarımla tanıştı ama ben tek bir arkadaşını bile tanımıyorum”.

– “Ne zaman dışarıda vakit geçirmek istesem hep bir bahanesi oluyor”.

– “Özel hiçbir şey yapmıyoruz”.

Ve daha neler neler…

Peki buraya nasıl geldiniz?

Tabii ki önce önümüzdeki ilk örneğimiz, yani “ailemiz” sayesinde. Ailelerimiz sevgi ve ilişkiye dair ilk izlenimlerimizi edindiğimiz yer. Bize nasıl sevgi verileceği ve nasıl alınacağına dair ilk örneklerimizi aile içinde görüyoruz. Ve ne yazık ki, özellikle ilişkiler söz konusu olduğunda, ailelerden çok başarılı rol modelleri çıkmayabiliyor.

Mesela, ebeveynlerinizden biri işini her şeyin üstünde tutup size yeteri kadar vakit ayıramadı mı? Ya da ancak kurallara uyduğunuz ya da ailenizin istediklerini yerine getirdiğiniz sürece mi sevileceğinizi ve değer göreceğinizi hissettiniz (hissettirildiniz), ya da sadece sevgi ve ilgi görmediğiniz, ihmal edildiğiniz bir ortamda mı büyüdünüz?

Bunlar size, sevdiğiniz insanların güvenilir olmadığını, insanların işlerini, hobilerini ya da hayatlarındaki diğer insanları sizden üstün tuttuklarını, ya da sevgi görmek için yeteri kadar değerli olmadığınızı öğretmiş olabilir. Yani kısaca ne öğrendiniz, ya da size ne öğretildi? Nasıl otomatik davranış biçimleri geliştirdiniz? Ve bunların ne kadarını hala tekrarlamaktasınız?

Ama ayrıca; erken romantik ilişkilerinizi de hatırlayın. Bunlar da gelecekteki ilişkilerinizi şekillendirmiş olabilir. Mesela lise çağlarında zil zurna aşık olduğunuz, belki de ilk aşkınız, sizi aldatmış olabilir. Ya da size kıymet verdiğini düşünmenize rağmen arkadaşlarıyla buluşmak için sizi sürekli ekmiş ve arka plana itmiş olabilir. Bunlar sizde “erkekler/kadınlar aldatır” ya da “yeteri kadar değerli değilim” gibi kısıtlayıcı inanç kalıpları yerleştirmiş olabilir.

Benzeri şeyler yaşadıysanız eğer “kaygılı bağlanma” türü geliştirmiş olabilirsiniz. Mesela, kaygılı değil, sağlıklı bağlanma geliştirmiş biri, yaşadığı ilişkide en iyi versiyonu olduğunu hissetmeyi tercih eder ve duygusal ihtiyaçlarının karşılanmadığı bir ilişkide kalmaktansa yalnız kalmayı tercih eder.

Ancak, kaygılı bağlanan kişi herhangi bir ilişkiyi, kendini mutlu etmiyor olsa dahi, yalnız kalmaya tercih edebilir… Özgüvenli insanlar birlikteliklerinde samimiyet kurmakta rahat, sevgi dolu ve sıcak olurlar. Kaygılı bağlanma yaşayanlar ise sürekli bir samimiyet açlığı içindedirler, ilişkileriyle ve birlikte olduğu insanın ilişkiyi konumlandırma biçimi ve sevme yeteneğiyle çok fazla meşgul olurlar.

Eğer kaygılı bağlanma yaşıyorsanız, şunlara dikkat etmenizde fayda var;

– Geleceğinizin başkasının ellerinde olmasına izin vermeyin. İlişkiden aldıklarınız, beklediğiniz ve istediğiniz şeyler mi? Karşınızdaki insan istediğiniz kişi mi? Yoksa olabileceğini düşündüğünüz versiyonun hayaliyle mi yaşıyorsunuz? Yani kendi kendinizin gözünüzü mü boyuyor sunuz? KENDİ İYİMSERLİĞİNİZİN KURBANI OLMAYIN!

– Bazen istediklerinizi ve istemediklerinizi açık ve net bir şekilde ifade etmekte yarar olabilir. Kimse müneccim değil, insanlar aklınızdan, yüreğinizden geçenleri okumakla yükümlü de değil. AÇIK OLUN!

– Bağlılık bir seçimdir. Bağlanma sorunu olan, ya da buna hazır olmayan ya da hazır olan ancak SİZİNLE hazır olmayan biriyle mi birliktesiniz yoksa? Geleceğinizi sizinle birlikte olmaya ikna etmek zorunda olduğunuz biriyle mi paylaşmak istersiniz?

Şunu aklınızda tutun, burada en kötü senaryo “ayrılık” değil, hayatınızın belki de en güzel yıllarını ilişkinize tam olarak bağlılık duymayan, duygusal ihtiyaçlarınızı karşılamayan, tek yönlü bir ilişki yaşamanıza sebep olan biriyle geçirmeniz…

Ertele-me!


Erteleme aslında kadar büyük bir sorun ki her kesimden her insanı rahatsız eden bir sorun. İster bir şirket çalışanı olun, ister yönetici, ister öğrenci, ister ev hanımı. Herkes zaman zaman bir şeyleri erteler, öyle diil mi?

Her şeyin bu kadar dikkatimizi dağıttığı bu dijital dünyada elbette bir şeylerin yapılıyor olması bile bir mucize aslında. Ama esas sorun ertelemenin kronik hale gelmesi ve hayatınızı olumsuz anlamda etkilemesi.

Ertelemenizin nedenlerine dalıcam birazdan ve size nasıl durduracağınız konusunda bazı uygulanabilir stratejiler vereceğim. Ama önce erteleyici tiplerinden biraz bahsedelim mi?

Birkaç tip erteleyici var. Bunlardan ilki, benim de zaman zaman kendimi içinde bulduğum, temizlikçiler.

Diyelim ki yapman gereken önemli bir iş var, bir anda makinedeki çamaşırlar aklına gelir, ya da masadaki toz seni rahatsız ediverir ve her yeri süpürüp silmeye başlarsın. En sevdiğim.

Bunun bir de uzaktan akrabası var, o da planlayıcı. Bu da işin başına oturdu zannedersin, o işle ilgili notlar, post itler, renkli kalemlerle plan progrma yazmalar, sanat eseri çıkarırcasına bir çalışmalar, uzaktan baksan bir iş yapıyor sanırsın, ama esas işe gelince, ortada bir şey yoktur tabii.

Bir de zaman bükücüler var. Bunlar herhangi bir işi son milisaniyeye kadar bekletirler. Zamanı geldiğinde ortaya da bir şey koyarlar. aslında Böylece kendilerini baskı altında çok iyi çalıştıklarına ikna etmişlerdir. Belki ortaya bir iş çıkarırlar, ancak bunun maliyeti aşırı ve aşırı bir stres ve yorgunluk olur.

Bir de diziciler var. İşe koyulacaksanız, fonda ses olsun diye Netflix’i açıyorsunuz mesela. Ama saatler sonra, bir bakmışsınız Atiye’nin 8 bölümü bitmiş ama ortada iş yok.

Bunun bir de yakın kuzeni var. O da sosyal medyacı. Bu ikisi birbirine çok benzer. Bu tür erteleyiciler aslında mecrada yenidir ancak içlerinde en kötüsü olabilir. Bunlar da işi falan unutup saatlerce instagramda kedi videoları izleyebilir mesela.

Bir de mükemmeliyetçiler var. Şimdi bunlar enteresan çünkü bunlar verilen göreve hemen atlarlar, ama garip bir şekilde işleri asla ve asla bitmez. İşin her düzeyinde mükemmellik ararlar. Her ayrıntıyı sürekli olarak kontrol eder, hep bir son dakika düzenlemesi, değişikliği yaparlar.

Son tip erteleyiciler de sefacılar. Bunların işi gücü iyi vakit geçirmektir. Bunu da başarırlar ama verimli değillerdir. Hep bir şeyleri kaçırdıkları hissini yaşarlar. Kendilerine keyif verecek en ufak bir şey bile esas işi bir kenara atmalarına sebep olur.

Siz hangisisiniz? Ya da hangilerini sıklıkla yaşıyorsunuz fark edebildiniz mi?

Şimdi şunu bilin. Dünyada yüzbinlerce yüzbinlerce insan erteleme sorunu yaşıyor. İster ara sıra ister sık sık. Ama erteleme, üretkenliğinizi, özgüveninizi ve tüm yaşamınızı farkında bile olmadığınız şekillerde etkiler.

Genel kanı, erteleyiciler için şunu söyler: zamanı iyi kullanmıyorlar, ya da iyi bir planlayıcı değiller. Ya da erteleyicileri tembellikle, disiplinsizlikle, motivasyonsuzlukla suçlayabilir. Hatta ve hatta bunun bir irade sorunu olduğunu da söyleyebilirler.

Ancak gerçekte çoğu ertelemenin bunlarla hiç ama hiçbir ilgisi yoktur!

Erteleme bir zaman yönetimi sorunu değil, bir duygu yönetimi sorunudur. Erteleme çoğu kişinin sandığı gibi sadece bir tembellik göstergesi ya da zamanı iyi kullanamama sorunu değildir. Mesele sadece tembellikten kaynaklansaydı, biraz hatırlatma, biraz dürtükleme harekete geçmemizi sağlardı. Ama erteleme bundan daha fazlasıdır.

Erteleme, yapılması gerekli bir eylemi, yapmazsanız bunun zararları olacağını bilmenize rağmen, bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde yapmayı ötelemektir. Size zararı olacağını bildiğiniz halde bunu yapmamaktır erteleme.

İşte aslında beyin ertelemeyi bir yardım aracı olarak kullanır. Potansiyel olarak size acı verecek bir deneyim ile uğraşmanızı engellemek için istemsiz bir bilinçaltı tetikleyicisidir erteleme.

Fakat, ister bilinçli bir seçim olsun, ister bir başa çıkma stratejisi olsun, sonuçları aynıdır. Ve ertelemenin verdiği hasar, bir işi tamamlayamamış olmak ve bu yüzden kendinizi ya da başkalarını hayal kırıklığına uğratmakla bitmez.

Ertelemenin maliyeti çok ama çok daha yüksektir.

Nedenini duymaya hazır mısınız?

Bir şeyleri ertelediğinizde, kronik olarak bunu yaptığınızda yani, beyninizde ve hayatınızda, size zarar verecek olumsuz kalıplar yaratır ve onları güçlendirirsiniz. Ve bu olumsuz kalıplar şunlara yol açar:

– düşük özgüven ve veya özdeğer

– işinizde ve yaşamınızda başarısız sonuçlar

– iş yeri veya özel hayatınızdaki ilişkilerinizde stresin artması

– aradığınız başarı veya ilerlemeye bir türlü ulaşamamak

– kendinizde bir şeylerin yanlış olduğu hissine kapılmak

– daha düşük motivasyon

– hayatta hak ettiğinizden daha azına razı olmak

Tüm bu olumsuz kalıplar daha fazla ertelemenizi tetikler. Bu aslında tam anlamıyla kendinizi sabote ettiğiniz bir kısır döngüye dönüşür.

Peki o zaman şunu soralım, NEDEN? Neden kendimize bunu yapıyoruz?

Neden ertelemenin ilerlememizi ve hayatımızı zora sokmasına izin veriyoruz ve buna neden oluyoruz? Neden kendimizde ve sevdiklerimizde hayal kırıklığına yol açtığını bildiğimiz bir eylemde bulunuyoruz? Neden bu döngüye devam ediyoruz?

Yapılan araştırmalar bunun sebebini şöyle açıklıyor: belirli duygudan kaçınmak.

Erteleme yüzleşmeye hazır olmadığımız veya nasıl başa çıkacağımızı bilmediğimiz duygularla yüzleşmemizi engelleyen bir başa çıkma stratejisidir aslında.

Bir işi, bir görevi yapmaya dair hissettiğimiz isteksizlik, söz konusu görevle/işle ilgili olabilir. Mesela temiz bulaşıkları kaldırmayı ya da kütüphaneyi düzenlemeyi canımızı sıktığı için ertelemek gibi. Ama bazen de bu isteksizlik aslında daha derin duygulardan da kaynaklı olabiliyor: En temeli korku… başarısızlık korkusu, ya da başarı korkusu, utanç, eleştirilmek, yetersizlik hissi, düşün özgüven, düşük özgüven, kendinden şüphe duyma, endişe gibi… ben bu işi yapacak kadar iyi miyim? Ya yapamazsam, ya da ya beğenilmezse, ya onaylanmazsam, ya benimle dalga geçerlerse… ya ya ya ya… bitmeyen negatif duygular…

Ertelediğimiz zaman, sadece söz konusu işi görmezden geldiğimizin değil, aynı zamanda bu şekilde hareket etmenin aslında kötü bir fikir olduğunun da farkında oluyoruz. Ancak yine de yapıyoruz. İnsanların bir süre sonra kronikleşen bu mantıksız döngüye girmelerinin nedeni ise, söz konusu işle ilgili hissettikleri negatif duygular.

Yani şunu sorabilirsiniz; özetle, iyi hissetmediğimiz için mi erteliyoruz?

Aslında evet… Ama ertelediğimizde devamında daha fazla stres, kaygı, suçluluk gibi negatif duygulara boğuluyoruz.

Tüm bu duygular bizi tek bir kaynağa döndürüyor tabii: o da beyniniz. Sadece beyniniz değil, özellikle bilinçaltı zihniniz ve koşullandırmalarınız.

Bilinçaltı zihniniz tıpkı bir mıknatıs gibi zihinsel veya duygusal rahatsızlığa neden olabilecek her şeyi sizden uzaklaştırır. Ve sessizce diğer yöne gitmeniz için sizi etkiler.

Erteleme için bir duygusal kaçınma tekniği diyebiliriz yani.

Ertelemeden gerçekleşen şey bilinçaltı zihninizin size acı verebileceğine inandığı herhangi bir şeyle başa çıkma yöntemiyle aynıdır. Bu acı ister gerçek ya da ister hayal ürünü olsun.

İleride daha çok kaygı ve stres ile sonuçlansa bile, duygusal rahatsızlık veya strese neden olan durumlardan kaçınmak için beyniniz size otomatik olarak gönderdiği bir mesajdır erteleme.

Öte yandan erteleme sizi yapacağınız işi bitirmenin vereceği hazdan ve olumlu duygulardan da yoksun bırakır.

Yani erteleme tam bir müsrif, zaman hırsızı, hayal katilidir…

Ertelemeyle dair araştırmalar, ertelediğimiz zaman aldığımız anlık hazzın gücünün, bir görevi yerine getirmenin hazzından daha yüksek olduğunu kanıtlamış.

Fakat ertelediğimizde hissettiğimiz anlık rahatlama aslında bu döngüyü özellikle kısır hale getiren şeydir. Çünkü hemen şimdiki anda yaptığımız ertelemenin sonucunda hissettiğimiz rahatlama, aslında bir ödül mahiyeti taşır. Davranış bilimlerine göre, bir davranışımız sebebiyle ödüllendirildiğimizde onu tekrar etmeye meyilli oluruz. Bu da tam olarak, ertelemenin tek seferlik bir davranış olmaktan ziyade, kolaylıkla kronik bir alışkanlığa dönüşen bir döngü olmasının nedeni.

Uzun vadeli ihtiyaçlar yerine kısa vadeli ihtiyaçları öncelikli tutma eğilimimiz…

Peki bu ne demek? Şöyle anlatalım:

Biz insanoğlu olarak (tabii ki istisnaları tenzih ediyorum) uzak geleceği düşünmek üzere programlanmadık. Çünkü hemen şu anda, şu kısa zamanda ve buradaki ihtiyaçlarımızı düşünmek, onları kotarmak üzere tasarlandık.

Araştırmalar şunu gösteriyor. Nöron seviyesinde bakıldığında, gelecekteki benliklerimizi kendimiz değil de, yabancı biri gibi algılıyoruz. Ertelediğimizde, beynimizin bazı kısımları, aslında ertelediğimiz görevlerin – ve bu sebeple bizi bekleyen olumsuz duyguların – başka birinin sorunu olduğunu düşünüyor…

Yani araştırmalar, beynimizin aslında şimdiki ve gelecekteki hallerini iki ayrı insan olarak düşündüğünü gösteriyor. Bu nedenle uzun vadede mantıksız bir tercih olsa bile, gelecekteki refahımızın pahasına şimdiki halimize öncelik verebiliyoruz.

Stanford Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma şunu kanıtlamış; katılımcılara şimdiki halleriyle gelecekteki hallerini düşünmelerini istediklerinde, beyinlerinin farklı kısımları devreye girmiş. İnsanlara on yıl sonraki hallerini düşünmeleri söylendiğinde, beyin kalıpları, sadece televizyonda, sosyal medyada gördükleri herhangi bir ünlü hakkında düşünmelerini istediklerindekiyle aynı tepkileri vermiş.

Bir görevi yerine getirmemenin, bir işi yapmamanın kendimiz için gelecekte daha fazla strese sebep olacağını bildiğimiz halde, bilinçli olarak bunu bilsek ve kabul etsek bile, zihnimiz yine de öncelikle mevcut tehdidi ortadan kaldırma konusuyla daha fazla ilgilenir. Araştırmacılar bunu “amigdala gaspı” olarak adlandırıyor.

Eğer ertelemeyi alışkanlık edindiysek ve kendimize daha iyi bir ödül bulamadıysak, zihnimiz ona daha iyi bir ödül sunana kadar aynı şeyi tekrar tekrar yapmaya devam eder.

Bunun sebebi duygusal ihtiyacın gücünün her zaman bilginin gücüne ağır basmasıdır. Bir şeyi yapmamak için onun doğrusunu biliyor olmak yeterli değildir. Çünkü insanlar duygularıyla var olan yaratıklardır. Duygusal ihtiyaç doyurulmadan bilmek yeterli değildir. Kendimiz için mümkün olan en iyi seçeneği o anki duygusal ihtiyaçlarımızla yaparız. Mesela, kanser hastası bir adam hala sigara içmeye devam eder. Bu adam üç gün daha fazla yaşamaktansa sigara içerek keyfinden vazgeçmemeyi seçiyordur. Onun için mümkün olan en iyi seçim sigara içmeyerek birkaç gün daha fazla yaşamak değil, yaşadığı sürece sigaradan aldığı keyiften vazgeçmemektir.

Herhangi bir alışkanlık olduğu gibi, herhangi bir ertelemeyi gidermek için de zihnimize “daha iyi bir teklif” vermemiz gerekir.

Çözüme dair duygusal boyutta yapılması gerekenler de var, bunların da altını çizebiliriz:

İlki, ertelediğiniz anlarda kendinizi affetmeniz ve suçluluk tuzağına düşmemeniz. Ertelediğimizde suçluluk duymayı bırakmamız gerekir. Araştırmalar, erteledikleri için suçluluk duyan bireylerin daha fazla erteleme tuzağına düştüğünü gösteriyor. Bunun nedenini anlıyor musunuz? (ufak bir açıklama).

Aynı şekilde ertelemeyle ilgili düşündüğümüz zaman hissettiğimiz stres ve sıkıntı/kaygı yine daha çok ertelememize sebep oluyor. Neden? Çünkü stres ve kaygı kişiyi paralize ediyor, etkisiz hale getiriyor. Bu da eyleme geçmeyi engelliyor. Tam bir kısır döngü yani. Dolayısıyla kendimize karşı şefkat, nezaket ve anlayışla hareket etmek de önemli. Araştırmalar şefkatli olmanın motivasyon ve kişisel gelişimi desteklediğini ortaya koyuyor. Şefkat sadece psikolojik sıkıntıları hafifletmiyor, aynı zamanda motivasyonu yükseltiyor, iyimserlik, bilgelik, merak ve kişisel inisiyatif gibi olumlu duyguları da teşvik ediyor.

Neden erteleriz?


Bugün yapabileceğiniz şeyleri sürekli yarına atma eğilimindeyseniz, ertelemeyle ilgili bir sorununuz olabilir.

Ama merak etmeyin, bu konuda yalnız değilsiniz!

Hepimiz zaman zaman erteleriz. Mesele; bunun kronik hale gelmesi ve hayatınızda mühim sıkıntılar yaratıyor olması.

Mesela, arabanızın tamirini ertelemek, ileride daha büyük ve daha maliyetli bir tamirat işine dönüşebilir. Emeklilik için biriktirmemek, ileride çocuklarınıza yük getirebilir. Kariyer değişikliği yapmaktan korkmak, değersizlik veya başarısızlık duygularında boğulmanıza yol açabilir. Ve hayallerinizi ertelemek, ileride daha büyük hayal kırıklıkları yaratabilir.

Peki ertelediğinizde ne yapıyorsunuz?

· Sosyal medyada takılmak

· Sevdiğiniz diziyi binge yapmak

· Uyuklamak

· Evi temizlemek

· Atıştırmak

· Kitaplarınızı düzenlemek

· Alakasız şeyler araştırmak

Ertelemenin bir “zaman yönetimi” sorunu olduğu zannedilebilir. Tembellik, disiplinsizlik veya motivasyonsuzluktan kaynaklandığı düşünülebilir. Ancak ertelemeyle ilgili sorun aslında çoğunlukla “duygusal” boyuttadır.

Peki nedir ertelemenin bu bahsettiğimiz “duygusal” nedenleri?:

– Düşük özgüven ve özsaygı,

– Yaşamınızdaki başarısız sonuçlar,

– İlişkilerinizde artan stres,

– Değersizlik duygusu,

– Yetersizlik duygusu,

– Anksiyete,

– Hak ettiğinizden daha azına razı olmak,

– Düşük motivasyon.

Bunun sebebi beynimizin potansiyel olarak bizi rahatsız edecek bir deneyimden korumasıdır. Bunu yaparken de bizi o deneyimle karşılaşmayacak olmanın verdiği anlık rahatlamanın hazzıyla kandırır. Misal, yetiştirmeniz gereken bir sunum vardır, bilgisayarınızın başına geçersiniz ama hemen o an önce bir kahve yapasınız gelir, sonra bir maile cevap vermeniz gerektiğini düşünürsünüz, sonra instagramda biraz gezinesiniz tutar… Böyle devam eder… Sonra bir bakmışsınız işe başlamak için çok geç olmuş… Halbuki burada sizi esas alıkoyan o işle ilgili içsel korkularınızdır; ben bu sunumu yapabilir miyim, yaptığım şey beğenilir mi, yoksa çok mu kötü olur, benimle dalga mı geçerler, ben kim bu sunumu yapmak kim? … gibi içsel korkularınız sizin o işe başlamanızı engeller.

Ancak ister bilinçli olarak bir işi erteliyor olun, ister bilinçsizce bir duygudan kaçının… gelinen sonuç aynıdır aslında. Yapılacak iş gecikir, kendinizi ve başkalarını hayal kırıklığına uğratırsınız. Bunu ileride karşılaşacağınız “zararları bildiğiniz halde” yaparsınız üstelik.

Peki ertelemenin neden olduğu döngüyü bildiğimiz halde neden devam ediyoruz?

Erteleme, yüzleşmeye hazır olmadığımız duygulardan uzak kalmamıza yardımcı olan bir başa çıkma stratejisidir. Beynimiz şu an hazır olmadığımız şeylerle yüzleşmek istemediğinde o duygu (her neyse) onu olabildiğince “erteleriz”; daha önemsiz bir iş yaparak, alakasız bir iş yaparak, ev temizleyerek, dizi izleyerek hatta bazen uyuklayarak… yeter ki bizi rahatsız edecek o duyguyla yüz yüze gelmeyelim!

İşin ironik yanı ise, ertelemenin kişiyi birden fazla şekilde incitmesidir. Erteleyerek rahatsız olduğunuz duyguyla karşılaşmamanın verdiği anlık bir rahatlama yaşayabilirsiniz, ancak yapılması gereken işin yapılmaması o işin yapılmasının vereceği olumlu duygudan yoksun kalmanıza sebep olur. Öte yandan ve daha vahimi, ertelerken yüzleşmekten kaçtığınız olumsuz duygular, ileride daha fazla stres, suçluluk, pişmanlık ve özdeğer problemleri olarak size geri döner.

Ve tüm bu duygular daha fazla ertelemeye yol açar. Yani tamamen kendimizi sabote eden bir davranış döngüsüne dönüşür. Kısacası uzun vadede hayatınızdaki olumsuz deneyimleri arttırmış ve olumlu olanları azaltmış olursunuz. Çoğunlukla da bunun böyle olacağını bile bile yaparsınız üstelik!

Halbuki ertelemenin gerçek maliyeti inanılmaz derecede yüksektir; sizden zamanınızı, paranızı ve özgüveninizi çalar…

Yukarıdaki grafiği daha önce gördünüz mü? İşte hayatımızı yarım sayfalık bir resme sığdırdık bile. Bu grafik, yaşadığımız yılların aylara bölünmüş halidir. 90 yaşınıza kadar yaşasanız bile, kaç ayınız var biliyor musunuz? İsterseniz siz de hesaplayın ama ben size söyleyeyim; sadece 1,080 ayınız var! Ve bunun birçoğu akıp geçti bile…

Bu grafikte nerede olduğunuzu bulmak için bir dakikanızı ayırın isterseniz…

Böyle bir grafik çıkarmanın ertelemenin gerçek maliyetini görmeniz için iyi bir yol olduğu kanaatindeyim. İnsan bazı şeyleri gözünün önünde resmedildiğinde daha iyi anlıyor, öyle değil mi?

ZAMAN işte yukarıdaki baloncuklar gibi akıp gidiyor… Halbuki zaman sahip olduğumuz en değerli kaynak;

· Hedeflerimize ve hayallerimize ulaşmaya odaklanma zamanı,

· Başarılarımızdan keyif alma zamanı,

· Ailelerimiz ve dostlarımızla kaliteli vakit geçirme zamanı,

· Yaşadığımız hayata, dünyaya, düzene faydalı olacak bir şeyler yapma zamanı…

Hayatınızın ilk yıllarında olsanız bile 1.080 baloncuğunuzun birkaç yüzünü zaten kullandığınızı düşünüyorum. Elbette ki hayatta yapmak istediğimiz her şeyi yapmak için yeterli zaman yok. Ancak bu kısıtlı ve değerli vakti “ertelemek” gibi akılsızca bir şeye hiç harcamamamız gerektiği anlamına geliyor.

– Erteleme zaman hırsızıdır.

– Erteleme kazanç potansiyelinizi ezer.

– Erteleme özgüveninizi yok eder. Ertelediğinizde, hayatınızdaki hayal kırıklığı yaratan olumsuz kalıpları yaratır ve güçlendirirsiniz.

O zaman hareket geçmeye, hemen bugünden, var mısınız?

Alışkanlıklarımız bizi ve kaderimi nasıl belirliyor?


Hepimizin her sabah tekrar ettiği bir takım gündelik alışkanlıkları, rutinleri vardır, öyle değil mi? Uyanırız, yataktan çıkarız, çişimizi yaparız, dişlerimizi fırçalarız, giyiniriz, evi havalandırır, etrafı toparlar, belki bir şeyler atıştırır, maillerimize ve sosyal medya hesaplarımıza şöyle bir bakarız… Ve hemen her gün bunun benzer varyasyonlarını tekrarlarız.

Bu kadar bilgi bile, hepimizin hayatı hakkında şunu söylemek için yeterli aslında: Belki farkındasınız, belki değilsiniz, ama hayatımızın çıktıları, yani elde ettiğimiz sonuçlar, alışkanlıklarımız tarafından belirleniyor.

Alışkanlıklarımız bizi başarıya götürebilir, şöhret yapabilir, çok para kazanmamızı sağlayabilir, bizi sevgi ve mutlulukla doyurabilir. Öte yandan, yine aynı alışkanlıklarımız bizi depresyona, yalnızlığa, mutsuzluğa, kaygıya, yoksulluğa da sürükleyebilir.

Ne kadar mutlu olduğumuz alışkanlıklarımızın bir sonucudur. Ne kadar para kazandığımız, sağlık durumumuz, sosyal yaşantımız, sahip olduğumuz ve koruduğumuz alışkanlıklarımızın bir sonucudur. Ve eğer bu alışkanlıkları bilinçli olarak gözlemlemez, değerlendirmez, onlara kafa yormaz ve onları şekillendirmezsek bizi uçurumdan aşağı götürebilirler. Alışkanlıklarımız, hayatımız boyunca çıkartacağımız anlamlar, elde edeceğimiz mutluluk ve zamanımızı en iyi şekilde kullanma mücadelemizdeki yegâne silahımızdır.

Gerçek davranış değişikliği aslında kimlik değişikliğidir

Alışkanlıklarımızı yukarıda girizgâhını yaptığım gibi kuvvetli ve etkili bir şey gibi düşünmüyoruz, çünkü çoğumuzda genellikle “hedeflere” odaklanma refleksi var. Ancak geçenlerde paylaştığım “daha iyi bir siz olun” postunda anlattığım gibi, kendimize koyduğumuz hedeflere ulaşmak için de önce onlara ulaşabilecek frekansta biri olabilmek gerekiyor.

Bunu ifade ederken kastettiğim aslında tam anlamıyla şu; amaç maraton koşmak değil, bir koşucu olmak… Yani önce kendimizi, “zihniyetimizi” maraton koşacak seviyeye getirmek, yani bunun için de önce koşucu olabilmek, o alışkanlığı edinmiş olmak gerekiyor.

Bu alışkanlıklar meselesini düşündüğümde aklıma hep Jim Carrey’nin “Yes Man” filmi gelir. Ne muazzam bir filmdir o! İzleyenler hatırlar, filmin esas kahramanı Carl, son derece içine kapanmış, hayata açılmaktan kendini alıkoymuş, tüm çevresine de içindeki bu zehirle bakan biridir. Ancak bir gün içine düştüğü bir kişisel gelişim programı neticesinde her şeye “evet” deme kararı alır. Bu karar ilk başlarda Carl’ın başını derde soksa da beraberinde harika sürprizler de getirir hayatına. Böylece hayatın sunabileceklerine “evet” diyen bambaşka bir adama dönüşür.

Şimdi kendimize dönersek; günlük aldığımız minnak minnak kararlarımızın, bırakın bizi değiştirmesini, hayatımız üzerinde ciddi bir etkisi olduğu birçoğumuzun aklına bile gelmez. Halbuki tüm bu minnak kararlar üst üste, üst üste birikir ve bir dağ olur. Yani aslında gerçekleştirdiğimiz her eylem, olmak istediğimiz kişiye doğru atılan bir adıma dönüşür.

Şöyle anlatayım; diyelim ki kitap yazmak istiyorsunuz. Bir süre boyunca her gün bir tweet bile atsanız, bu aslında o yolda önemli bir adımdır. Çünkü yazma eylemini hayatınıza düzenli olarak sokmuş, onu alışkanlık haline getirmiş olursunuz. Sizi yazara dönüştüren de bu alışkanlıktır işte.

Ben bunu kendi hayatımda birebir yaşadım. Kitap yazmak istiyordum. Ama başlayıp bitiremiyordum bir türlü. Bu arada, yazmak hayatımda tutkulu bir hal almaya başlamıştı. Ben de reklam yazarı olarak çalışmaya karar verdim. Çünkü her gün düzenli yazmanın beni hedeflerime ulaştıracağının farkındaydım ve reklam yazarlığı da (bu mesleği devam ettirmek için değil ama bu yolda bir adım olarak) benim için muazzam bir basamaktı ve tam da düşündüğüm gibi oldu. Kısa zaman sonra hep arzu ettiğim gibi bir senaryo grubunda yazmaya başladım, bir zaman sonra, 2015 yılında da romanım basıldı.

Unutmayın, gerçekleştirdiğiniz her eylem, olmak istediğiniz kişiye atılan bir oy gibidir. Yani bugün seçtiğiniz alışkanlıklar, yarın kim olacağınızı ve ne yapacağınızı belirleyecek. O yüzden olmak istediğiniz kişiye oy verdiğinizden emin olun!

Önüne geçemediğiniz anda kim olacaksınız?

Şimdi bu başlığı okuduğunuzda ne demek istedi bu diyebilirsiniz. Ama devam edin, açıklıyorum. Filme döneyim önce; hatırlayın, Carl her şeye evet deme kararı aldıktan sonra, ilk başta hiç hoşlanmadığı patronu Norm’a bile ısınmaya başlıyordu. Çünkü edindiği bu yeni alışkanlık içinde bir şeylerin değişmesine yol açmıştı. Patronuyla geçirdiği vakitten hoşlanmaya bile başlamıştı. Halbuki Norm’un karakterinde, kim olduğunda en ufak bir değişim yaşanmamıştı. Bakın bu kısım çok önemli; bu sonucu doğuran yalnızca ve tamamen Carl’ın etrafında olan bitenlere ve insanlara dair getirdiği yeni yorumdu. Yani yaşadığı algı değişikliği.

Yazılarımı okuyanlar bilir, birçok yazımda algımızı değiştirmemiz gerektiğini vurguluyorum. Yakarıda verdiğim örnek alışkanlıklarımızın hayatımızı nasıl etkilediğine, hayatımızdaki olayları nasıl yorumladığımız üzerindeki etkisine dair çok önemli bir vurgu aslında. Eğer alışkanlıklarımız kim olduğumuzu değiştiriyorsa ve kim olduğumuz dünyayı nasıl anlamlandırdığımızı belirliyorsa, o zaman alışkanlıklarımız başkalarını nasıl gördüğümüzü de belirliyor demektir.

Ne sıklıkta değersiz, aptal ya da çirkin olduğunuzu düşünüyorsanız, hayatınızı bu şekilde yorumlamanız için kendinizi o kadar fazla şartlandırıyorsunuz demektir. Bu şartlandırma sizi bir döngüye hapseder. Aynı şekilde, başkaları hakkında da öyle düşünmenize yol açar. İnsanları öfkeli, bencil ya da adaletsiz görme alışkanlığı geliştirirsiniz. Odaklandığınız tüm olumsuzluk, yeni olumsuzluklar olarak hayatınıza katlanarak gelir.

Alışkanlıklarınız hayatınızda meydana gelen olayları nasıl yorumlayacağınızı belirler. Bakın bu da çok önemli. Çünkü hayatınızda bir olay meydana geldiğinde davranış değişikliğine gitmek için artık çok geç olmuş oluyor. Otomatik davranış kalıbınız neyse, ona göre tepki veriyorsunuz. Mesela, sigarayı bırakmayı hedeflemiş ancak henüz bırakamamışsanız, biri size sigara uzattığında “ileride bırakmayı hedefleyen kişi” olarak hareket edip geri çevirmez, hala bir içici olarak kabul edersiniz, öyle düşünün.

Yani, mecbur olmadığınız zamanlarda yapacaklarınız, önüne geçemediğiniz anda, yani bir olay meydana geldiğinde, kim olacağınızı belirler. İşte bu yüzden alışkanlıklarımız çok önemli.

Dikkat olmadan zamanın bir önemi yoktur

Aslında en önemli varlığımız zaman değil, dikkat. Yaşamımızdaki deneyimlerin kalitesi, günde kaç saatin olduğuna değil, bu saatler içinde ne kadarını değerlendirdiğimize bağlı. Zamanın sınırlı olduğunu bilmemize rağmen, dikkatimizi doğru kullanarak, diğer insanların aynı miktar zamanda elde ettiklerinden çok daha fazlasını elde edebiliriz. Zaman sadece bir ölçüdür ve dikkat olmadan çok da bir şey ifade etmez aslında.

Filmden örnekleyeyim yine; Carl’ın rutinleri zihnini tamamen kapatmıştı. Ne iyiyi, ne kötüyü, hatta önünde olanı bile göremez hale getirmişti. Carl zamanın içinden habersizce, kayıtsızca geçip gidiyordu sanki. Ancak ve ancak alışkanlıklarını değiştirdiği zaman etrafını yeniden görmeye başladı.

Hayatınızda en çok kontrol sahibi olabileceğiniz şeydir alışkanlıklarınız. Ayrıca, farkındalık içinde değilken, yani dikkatinizi vermediğiniz anlarda, zamanınızın nasıl geçtiğini belirleyen de alışkanlıklarınızdır. Televizyon başında mısınızdır, bilinçsizce bir şeyler mi atıştırıyorsunuzdur, tırnaklarınızı mı kemiriyorsunuzdur, kitap okuyor ve aslında belki yeni projeniz için fark etmeksizin fikir mi biriktiriyorsunuzdur? Bunu şu şekilde özetleyebilirim; iyi alışkanlıklar zamanı müttefik, kötü alışkanlıklar zamanı düşmanı yapar.

Nasıl ki olduğunuz kişi hayatınızda olan bitenleri yorumlama biçiminizi şekillendiriyorsa davranışlarınız ve inançlarınız da algınızı şekillendirir. Ve her üçü de alışkanlıklarınızdan büyük ölçüde etkilenir.

Filmden örneklemek gerekirse; Carl kendini hayattan o denli izole etmişti ki, karşısına çıkan fırsatları görmüyordu bile. Bunu tersine çevirmek için yaşamla olan bağlantısını kabullenmesi gerekiyordu. Bunu birçok küçük eylemle gerçekleştirdi; kredi verdi, arkadaşlarıyla görüştü, flyer’ı kabul etti vb. gibi… İşte tüm bunlar bütün hayatını etkileyecek ciddi bir değişiklik yarattı. Tüm bu değişim beraberinde ciddi bir “farkındalık” da getirdi. Etrafında olan bitenleri, insanların davranışlarını, ruh hallerini görmeye, fark etmeye, dikkat etmeye başladı.

Sürece güvenip geleni kabul ettiğimizde, kendimizi hayata tam anlamıyla ve dürüstçe “açtığımızda” algılayış biçimimiz ve algılarımız da açılıyor. Bu farkındalığın getirisi ise bambaşka. Karma ne demiş? Kötülük sende kalır, iyilik dönüp dolaşıp seni geri bulur

Alışkanlıklarınıza dikkat edin, çünkü alışkanlıklarınız dikkatinizi yönlendirir. İyi alışkanlıklar, kontrolün sizde olmadığı anlarda nereye gittiğinizi belirler.

Baktığın yere gidersin

Motor kullananlar bilir, başını nereye çevirirsen motor oraya gider. Aslında kısaca “baktığın yere gidersin”. İşte bu nedenle dönüşüm için kendimize dönüp nereden başladığımızı, ne noktada olduğumuzu kabul etmemiz, tüm olumsuz düşünceleri ve iç sesimizi bir kenara bırakmamız gerekiyor ki baktığımız yere gidebilelim. Bunun için de yukarıda yazdığım gibi alışkanlıklarımıza dikkat etmemiz gerekiyor. Çünkü alışkanlıklarımız kontrol bizde değilken gittiğimiz yönü belirliyor.

Kim olduğumuz, olan bitenleri nasıl yorumladığımız ve dikkatimiz… Günün sonunda, alışkanlıklarımız bunların üçünü de yönlendiriyor. Hepsi birlikte, ne düşündüğümüzü, nasıl hissettiğimizi ve ne yaptığımızı şekillendiriyor. İşte bu yüzden alışkanlıklarımız her şeydir. Alışkanlıklarımız kaderimizi belirler!

Öyle ki, hayatta elde ettiğimiz sonuçlar, alışkanlıklarımızın gecikmeli bir ölçüsüdür…

Neyse ki, alışkanlıklarımız üzerinde büyük bir kontrole sahibiz. Bu nedenle, alışkanlıklarınızı kurbanı olmak yerine mimarı olmaya çabalayın.

İlişkinizin tek taraflı olduğunu nasıl anlarsınız?


Tek taraflı ilişkilerin ruhsal hatta fiziksel sağlığınız üzerinde çok ciddi etkileri olur. Her şeyden önce kendinizi bir türlü duygusal olarak güvende hissedemezmezsiniz. İnanılmaz bir enerji kaybı yaşarsınız çünkü mütemadiyen birlikteliğinizi asla olmayacağı bir “şey” haline getirme çabası içindesinizdir. Bunu yapamadığınızı hissettiğiniz anlarda da gerilir, duygusal olarak çöker, öfkelenirsiniz. Yaşadığınız çatışma daha fazla stres altına girmenize neden olur. İçine girdiğiniz bu stres ise (atölyeme katılanlar bilir) stres hormonları sebebiyle yüksek kaygı, uyku bozukluğu, hipervijilans gibi fiziksel yan etkilere yol açar.

Yukarıda sıraladığım gibi tek taraflı ilişkilerin size maliyeti oldukça yüksektir. Bunu güzel Türkçemiz “attığın taş ürküttüğün kurbağaya değmez” olarak da özetler. Buna rağmen bu ilişkilerin birçoğu gereğinden çok daha uzun sürer.

Eğer bir birliktelik içindeyseniz, bunun tek taraflı bir ilişki olup olmadığını aşağıdaki notlarımdan yola çıkarak değerlendirebilirsiniz. Eğer tek taraflı bir ilişki içinde olduğunuzu fark ederseniz endişe etmeyin. Yazının devamında bu kalıbı nasıl aşacağınıza dair ipuçlarını da kaleme aldım…

Tek taraflı bir ilişkide olduğumuzu gösteren ipuçları:

· Kendinizi ilişki içinde asla güvende hissetmezsiniz

· Davranışlarının sebebi hakkında sürekli akıl yürütmek zorunda kalırsınız

· Sürekli bir şeylerin eksik olduğunu hissedersiniz

· İlişkininizi derinleştirmeye çalıştığınızda hep bir duvarla karşılaşırsınız

· Gerçek hislerinizi açıklamaya çekinirsiniz

· Asla teklifsiz hareket edemezsiniz

· İlişkinin tüm yükü sizin omuzlarınızdadır

· Sürekli siz özveride bulunursunuz ve karşıdan aynı davranışı göremezsiniz

· Onu sinirlendirmekten ve kavga çıkarmaktan korkarsınız

· Özdeğerinizin selameti bu ilişkiye bağlı gibi hissedersiniz

· Kendinizi yetersiz hissedersiniz

· Onun sizi gerçekten tanıdığından ya da tanımaya çalıştığından emin olamazsınız

· Onun için bahaneler üretirsiniz

· Davranışlarını mantıklı hale getirmeye (mantıklı açıklamalar bulmaya) çalışırsınız

· Onu tekrar ne zaman göreceğiniz konusunda endişe duyarsınız

· Tüm enerjinizi ve dikkatinizi bu ilişki yediği için hayatınızın geri kalanına odaklanamazsınız

· İlişki süresinde gelişmeye ve dönüşmeye devam edemezsiniz, aksine aşağı çekildiğinizi hissedersiniz

· Sürekli onu mutlu ve memnun etmeye çalıştığınız için “gerçek siz” olmazsınız

· Kendinizi olduğunuz gibi, hissettiğiniz gibi ifade etmeye kalktığınızda bütün sorunların kaynağı sizmiş gibi bir karşılık alır ve öyle hissedersiniz.

Yukarıdaki maddelerden birçoğu (en azından sizi rahatsız edecek kadarı) şu anki ilişkinizde yaşadıklarınıza benziyorsa, tanıdık geldiyse, aşağıdaki çalışmayı yaparak bu kalıbı nasıl kırabileceğinizi öğrenebilirsiniz.

Aşağıdaki sorulara dürüstçe cevap verin. Unutmayın, tek kandıracağınız kendiniz olursunuz…

1) Bu tek taraflı ilişki kalıbını ne zamandır devam ettiriyorsunuz?

2) Büyürken, tek taraflı ilişki kalıbını ebeveynlerinizden biriyle yaşadınız mı? (yani merkezinde sizin değil de hep onun olduğu bir ilişki)

3) Daha evvel duygusal ihtiyaçlarınızın karşılandığı bir birliktelik yaşadınız mı?

4) Eğer yaşamadıysanız duygusal ihtiyaçlarınızın karşılandığı bir birliktelik yaşamayı, bunun kendinizi nasıl hissettireceğini hayal edebiliyor musunuz?

5) Bir birliktelik için bu kadar fazla çaba göstermenize sebep olan ve o ilişkiyi bırakmanıza ya da sizi duygusal anlamda daha mutlu edecek, doyuracak başka bir ilişkiye geçmenize engel olan nedir?

6) Bu birlikteliği sonlandıracak olsanız, o boşluğu sizin için daha derin ve daha doyurucu neyle doldurabilirsiniz?

7) Tek taraflı ilişkinin sebebi özdeğer eksikliğiniz olabilir mi? Kendiniz hakkında aslında kötü hissetmenize sebep olan insanlarla mı birlikteliği tercih ediyorsunuz?

8) Sizin için fazla getirisi olmadan tüm enerjinizi ve benliğinizi emen bir birliktelik için boşuna mı çabalıyorsunuz?

9) Duygusal ihtiyaçlarınızı bu ilişkinin karşıladığından daha fazla karşılayacak ne yapabilirsiniz?

10) Bundan sonrasında bir birliktelikte tek taraflı olarak fazla efor sarf ettiğinizi fark ettiğinizde o birlikteliği sonlandırabilir misiniz?

Tek taraflı ilişkileri sonlandırmak mümkün. Bunun için ilk adım öyle bir ilişki içinde olup olmadığınızı fark etmek. İkincisi de, ilişkilerden bağımsız olarak kendinizi iyi hissetmenizi sağlayacak yeni yollar keşfetmeniz ve ilişkiniz yokken dahi doyurucu ve sizi mutlu edebilen bir hayat yaşamanız (en azından bu yönde gayret etmeniz).

Eleştirel iç sesle nasıl başa çıkılır?


Hepimizin içinde susmak bilmeyen vıdıvıdıcı eleştirel bir iç ses var. Çoğumuz yeni bir şeyler denemeye karar verdiğimizde ortaya çıkan bu sinir bozucu düşüncelere çok aşinayız. Yeni bir işe başvurduğumuzda, yeni bir okula kayıt yaptırdığımızda, işimizde yeni bir göreve getirildiğimizde ya da birine yemeğe çıkma teklif ettiğimizde, bu yeniliği gerçekleştirmeyi başarıp bir “oh” çeksek bile, sonrasında yaşadığımız endişe ve kendimizden duyduğumuz şüphe, çok geçmeden yeni kaygıların su yüzüne çıkmasına sebep olur: Acaba bu işi gerçekten kotarabilir miyim? Bu okulda başarılı olabilir miyim? İşteki bu yeni görevin hakkını verebilir miyim? Ya da bu ilk randevuyu kendimi rezil etmeden atlatabilir miyim?

Değişim ve yenilik karşısında kaygı duymak elbette ki beklenebilir ve doğal bir şey. Mesele, endişemizin ve şüphemizin ne kadarının doğal, ne kadarının eleştirel iç sesimizin ürünü olduğu… Eleştirel iç sesimiz, içimizdeki düşmanı temsil eder ve kendimizi gerçekleştirmemiz karşısında çok ama çok ciddi bir tehdit olarak bulunur. İnsanın kendi içine dönmesine, güvensiz hissetmesine, aşırı özeleştiride bulunmasına, kendini reddetmesine, sınırlamasına, hedefe yönelik adımlardan geri çekmesine sebep olur.

Üstelik, bu eleştirel iç sesin yönelttiği saldırılar kişinin hayatının her yönünü etkiler: ruh halini, zihinsel durumunu, tutumlarını, yargılarını, kişisel ilişkilerini, eş seçimini, başkalarıyla ilişki kurma tarzını, okul veya kariyer seçimini ve hatta iş performansını bile…

Eleştirel iç ses, kişinin kendisine ve başkalarına yönelttiği negatif düşünce modelleri olarak tanımlanabilir. Bunun kökeninde bireyin sahiplendiği olumsuz davranış kalıpları bulunur. Bireyin kişiliğinin doğal ya da uyumlu olmayan, aksine, öğrenilmiş ya da dayatılmış bir katmanını temsil eder.

Eleştirel iç ses, bizimle konuşan gerçek bir ses olmaktan ziyade, hepimizde var olan ve hedeflerimize ulaşmamızı engelleyen, bizi sınırlayan düşünce ve tutumlar olarak deneyimlenir.

Bu sesle yaşamımızın çeşitli alanlarında sıklıkla karşılaşırız; mesela bize ilişkilerimizde fazla derinleşmememizi ya da kariyerimizde çok ileri gitmememizi söyler. Bu eleştirel iç ses acımasızca konuşmaktan da asla imtina etmez: Sen kim olduğunu sanıyorsun? Başarabileceğini mi sanıyorsun? Kimsenin umurunda değilsin! Bazen de son derece aldatıcı bir şekilde yatıştırıcı olabilir: Sen kendi başına çok iyisin. Yalnız çok daha mutlusun, vb. gibi…

Bu eleştirel iç ses genellikle bizi istediğimiz şeyin peşinden gitmekten alıkoyar ve kendimize zarar veren davranışlarda bulunmamıza neden olur.

Peki bu eleştirel iç sesle nasıl başa çıkabiliriz?

İşte uygulayabileceğiniz basit bir yol haritası:

1) Öncelikle o iş sesi dinleyin. Size ne anlatıyor? Kendinizi özellikle çok eleştirdiğiniz bir yanınızı seçerek ve sonra da bu eleştirilerin ne olduğuna dikkat ederek başlayabilirsiniz. Kişinin eleştirel iç sesiyle kendine yönelttiği saldırıların neler olduğunu fark ettikten sonra, bunlara üçüncü tekil şahısla cevap vermesi çok önemli. Naratif terapinin bir parçası olan kişiyi sorunlarından ayrıştırma yaklaşımından yola çıkarak, kendimi işe yaramaz hissediyorum yerine eleştirilen versiyonum kendini işe yaramaz hissediyor vb. gibi…

2) İkinci adım, bu sesin nereden geldiğini bulmak. İç sesten gelen bilgiyi bir kere sesli ifade ettikten sonra, kişi genelde saldırının kaynağı hakkında fikir sahibi olur. Eleştirinin içeriği ve tonu hakkında beklenmedik bir netliğe kavuşmaya başlar. Aslında tüm bu saldırıların oldukça “tanıdık” geldiğini fark eder. Çünkü eleştirel iç sesinin aslında çocukken kendisine karşı olan tutumları taklit ettiğini, aynı onlar gibi konuştuğunu görür.

3) Üçüncü ve son adım da bu eleştirel iç sese “cevap vermek”. Gerçek anlamda yüksek sesle cevap vermekten ve bu çarpıtılmış saçma sapan düşünceyi mantıklı bir cevapla çürütmekten bahsediyorum. Mesela eleştirel iç sesiniz hiçbir konuda başarılı olamayacaksın diyorsa kendinize daha evvel başarılı olduğunuz şeyleri hatırlatabilirsiniz. Bu cevabı verirken gerçekten nasıl olduğunuz, başka insanların nasıl olduğu ve sosyal yaşantınızla ilgili gerçekte neyin doğru olduğunu ifade etmek çok önemli. Mesela, dünyada mükemmel diye bir şey yok, hepimiz biliyorsuz ki kimse mükemmel değil ve olamaz da. Ben de değilim. Üstelik artık ilkokulda da değiliz; kimse bize karne vermiyor, vb. gibi bir cevapla karşılık verebilirisiniz…

Bundan sonrasında, iç sesinizle konuşup onu mantıklı cevaplarla çürütmenin hayatınızda nasıl olumlu yansımaları olduğunu takip etmenizde fayda var. Çünkü eleştirel iç sesinizin eylemlerinizi nasıl etkilediğini fark etmek, kendinizi sınırlayan davranışlarınızı değiştirmek istediğinizde oldukça yardımcı olur. Ayrıca, olumlu sonuçlar aldığınız görmek de inanılmaz bir motivasyon sağlar.

Eleştirel iç sesinize ne kadar karşı hareket ederseniz, yaşamımız üzerindeki etkisi o kadar zayıflar. Eğer yukarıdaki adımları takip edip eleştirel iş sese “cevabını vermeyi” öğrenirseniz, daha fazla gerçek kendiniz haline gelir, hedeflerinize ulaşabilir ve kendi kendinize dayattığınız sınırlamalardan özgür kalabilirsiniz.

Olumlamalar nede işe yaramaz?


Kimilerinin bizzat uyguladığı, kimilerinin sağdan soldan kulak aşinası olduğu, bir şekilde uzun zamandır hayatlarımızda olan bir kavram “olumlama”. Ben aslında olumlamadan çok “onaylama” terimini tercih ediyorum, ancak o da bu yazının konusu değil.

Peki nedir bu yazının konusu?

Olumlamaların neden işe yaramadığı… En son gerçekleşmesini istediğiniz bir şey için olumlama yapıp da gerçekleştiğini hatırlıyor musunuz? Evet, enerji psikolojisi alanında çalışmış çok büyük isimlerin “düşüncelerimizi kontrol edersek gerçekliğimizi kontrol edebileceğimizi” anlattıklarını biliyoruz. Bu konuda haklı oldukları yadsınamaz. Bilişsel terapinin bize kattığı üzere, çarpıtılmış düşüncelerimizin nelere yol açtığı ve bunları nasıl düzeltebileceğimiz konusunda olduğu gibi… Söz büyüdür, sözün temeli olan düşünce de büyüdür; muhakkak…

Ama iş olumlamalara gelince bir şeylerin ters gittiği de aşikâr… Siz de belki en iyilerden öğrendiğiniz gibi olumlamalarınızı kağıtlara yazdınız, onları sürekli görebileceğiniz bir yerlere astınız ve belki defalarca tekrarladınız… Ama beklediğiniz sonucu alamadınız, di mi?

Belki doğru düzgün yapamadığınızı ya da bir şeyleri yanlış yaptığınızı düşündünüz. Ya da zaten olumladığınız şeyi hak etmediğiniz kanaatine vardınız. Yahut, “kader, kısmet” dediniz…

Cevap tabii ki bunların HİÇBİRİ değil!

Olumlamaların çoğunlukla işe yaramamasının sebebi, bilinçaltını değil, bilinçli zihninizi hedef alması. Daha doğru anlatımıyla bilinçaltınıza ulaşamaması… Eğer olumlamaya çalıştığınız şey, bilinçaltınızda kayıtlı olan olumsuz bir inançla ters düşüyorsa, kritik zihne çarparak bilinçaltına ulaşamadan bumerang gibi geri dönüyor… Yani siz ne kadar “gelirimi çoğaltmak istiyorum” ya da “hayatımda bolluk ve bereket olmasına izin veriyorum” derseniz deyin, eğer bilinçaltınızda daha fazla geliri ya da bolluk ve bereketi “hak etmediğinize”, ya da “paranın insanı mutsuz ettiğine”, ya da “paranın size gelmeyeceğine” vb. gibi kısıtlayıcı inanç kalıplarınız varsa, kimin kazandığını tahmin edebiliyorsunuz öyle değil mi?

Olumlamaların çok nadiren işe yaramasının tek sebebi ise “tekrar yasası”. Tekrar yasasını günde iki defa doğruyu gösteren bozuk bir saat gibi düşünebilirsiniz. Olumlamanızı o kadar sık ve o kadar çok tekrar edersiniz ki, bir noktada, kritik zihnin aşırı yüklü olduğu bir ana denk gelerek onu atlatabilir ve bilinçaltına ulaşabilir.

Ancak burada da şöyle ufak bir sorun olduğunu hatırlatayım; yaptığınız olumlamayla ilgili bilinçaltında onun tam tersini doğrulayan yüz tane kayıt varsa sizin bu dengeyi bozmak ve aksi yönde bir inanç oluşturmak için yüz birinci kayda ihtiyacınız var. (Gerekli not: bunu sakın yaptığımız bireysel çalışmalarla karıştırmayın! Bireysel çalışmalarda bilinçaltındaki işlem görmemiş kaydı yüzeye çıkarıyor ve sorunun kökenine inerek şifalanmasını sağlıyor, tüm bunları enerji bedenine müdahale ederek yapıyoruz. Şu an sadece ve sadece “olumlamalardan” bahsediyorum).

Yani sırf pozitif cümleler kurarak bir şeyleri yoktan var etmek pek o kadar kolay değil.

Burada hemen bir not girmek istiyorum ama! Ben size olumlamalarınızı yazmayın demiyorum. Hedeflerinizi, niyetlerinizi onlara “odaklanmak” amacıyla mutlaka yazın. Ancak bir kere yazıp sonra 30 gün okumakla da olmuyor. Her gün yazın. El yazınızla! Bilinçaltınız el yazınızı tanır. El yazınızla yadıklarınız bilinçaltına daha kolay ulaşır. FAKAT: Yazmakla da kalmayın üstelik, parmağınızla da – hani çocuklar oku-yazma öğrenirken parmaklarıyla okuduklarının üzerinden geçerler ya, aynen o şekilde – okuduğunuzu takip edin. Bu beyninize neye odaklanması gerektiğini söyleyen bir elektrik sinyali gönderir.

İmgelemenin gücü burada devreye giriyor işte. Ama imgeleme de bu yazının konusu değil, o yüzden devam ediyorum.

Farz edelim “çirkin ve değersiz” olduğunuza dair olumsuz bir inanç kalıbınız var. Kendinize olumlamalarla “güzel ve değerli olduğunuzu” her söylediğinizde bilinçaltı “ama hayır, ben çirkin ve değersizim” inancını tekrar ediyor. Çünkü ona “büyük patron” yani bilinçli zihniniz tarafından “çirkin ve değersiz” olduğunuzu hissetmeniz gerektiği talimatı verildi. Daha evvel birçok yazıda belirttiğim gibi bilinçaltı sadık bir emir eri gibi ne söylerseniz onu yapar. Siz inancınızın tam tersi olumlamalar yapınca olumsuz inanç kalıbı varlığını sürdürmek için ciddi mücadele verir ve daha da güçlenir, yerini sağlama almaya çalışır.

Peki o zaman, geriye bir tek imgeleme mi kalıyor, ama ben o konuda iyi değilim, başka ne var? diye düşünüyor olabilirsiniz…

———————————————————————————————————————-

Ancak imgelemenin enerji psikolojisi alanında oldukça kuvvetli ve mutlaka tavsiye edilen bir teknik olduğunu söylemeden geçmeyeyim… İmgeleme yaptığınızda, beyninizin en derin kısmı, görsel korteksinizle etkileşime geçersiniz. İmgelediğinizde, beyninizin imgeleme yapan kısmı, bunun gerçek mi yoksa hayal ürünü mü olduğunun ayrımını yapamaz. Bununla birlikte, başarmak istediğiniz bir şeyi, ulaşmak istediğiniz bir hedefi imgelediğinizde, bunları sağlamlaştıracak nöral bağlantılar kurmaya başlarsınız. Ve şaşırtıcı bir şey olur. Otomatisite denen şey süreci devralır ve düzenli olarak imgelediğiniz şey otomatik hale gelir. Otomatik hale gelir gelmez beyninizin deha bölümü (sol prefrontal korteks) devreye girer ve o hedefi gerçekten başarmanız için çözüm aramaya başlar.

———————————————————————————————————————-

Olumlamaya iyi bir alternatif, bilgilendirici bir doğrulama cümlesi kurmaktansa “sorgulayıcı” bir yaklaşım. Olumlamaların umut edici yönde bir “beyan” olduğunu unutmayın. Kendinizi sevdiğinizi beyan ediyorsunuz, zengin olduğunuzu beyan ediyorsunuz, başarılı olduğunuzu beyan ediyorsunuz vs… Ama gerçekten bunların hiçbirine inanmadığınız için, yani bilinçaltınızda bu beyanı doğrulayıcı bir kayıt olmadığı için başaramıyorsunuz.

Etrafınızda Access Bars ile ilgilenen birileri varsa mutlaka “bundan daha iyi nasıl olur?” sorusunu duymuşsunuzdur… Hayır, bunun yerine kendinize “bu” soruyu sorun demiyorum. Sadece beyan etmek yerine sorgulayıcı yöntemi deneyin, yani SORU SORUN diyorum. Ancak şu çok önemli; soru sorun fakat cevabını aramayın! Bırakın o işi bilinçaltı yapsın..

Buna dair 2010 yılında yürütülmüş bir araştırma da var. Çalışmanın detaylarına girmeyeceğim ama çıkan sonuçlara göre araştırmacılar, herhangi bir konuda başarılı sonuçlar elde etmek istediğimizde kendimize “soru sormanın” bir şeyleri “beyan etmekten” daha güçlü netice verdiğini ortaya koymuşlar. (“Motivating goal-directed behavior through introspective self-talk: the role of the interrogative form of simple future ten“, I. Senay, D. Albarracin, K. Noguchi, 2010).

Soru sormak çok büyülü, çünkü bilinçaltımıza o “sorunun cevabını bulması gerektiği” mesajını veriyorlar… Merakımızı harekete geçiriyorlar kısaca… Bu strateji olumlamalardan daha iyi çalışıyor çünkü olumsuz düşüncelerinizi, hislerinizi, inanç kalıplarınızı yok saymıyor ve onlarla mücadeleye girişmiyor. Böylece bilinçaltınızla müttefik olmaya başlıyorsunuz, ki onun da yaratıcı çözümler üretmekte ne kadar iyi olduğunu tahmin ediyorsunuzdur.

Siz de olumlamalarınızı beyan cümlesinden çıkararak sorgulamalı öz konuşmalara dönüştürebilirsiniz.

Nasıl mı? Mesela, “hayatıma bolluk ve bereketin girmesini seçiyorum” yerine “hayatımda bolluk ve bereketi arttırmak için neler yapabilirim?”, ya da “kilo vermek istiyorum” yerine “daha sağlıklı beslenmek ve kendimi bedenimde iyi hissetmek için neler yapabilirim?”, ya da “mutlu olacağım bir birlikteliği hayatıma çekiyorum” yerine “kendimle, kendi hayatımda mutlu olmak için neler yapabilirim? Bu mutluluğu nasıl bir yol arkadaşı (hayat arkadaşı) ile paylaşabilirim?” vb. gibi…

———————————————————————————————————————-

2010 yılında Psychological Science dergisinde yayınlanan bir araştırma konuya ışık tutuyor. İster olumlu görüşler gibi pozitif, ister kısıtlayıcı inanç kalıpları gibi negatif olsun, kendi kendine konuşma bir “beyan” yerine geçerken, sorgulayıcı konuşma ise sadece soru sormakla ilgili.

Yapılan araştırmada, dört farklı katılımcı grubundan birtakım anagramlar çözmeleri istenmiş. Ancak göreve başlamadan önce, araştırmacıların onların el yazısıyla ilgilendikleri söylenmiş ve her gruptan el yazısıyla 20 kez “yapacağım,” “yapacak mıyım?”, ya da “ben” yazmaları istenmiş. “Yapacak mıyım?” yazan katılımcıların diğer gruplardan neredeyse iki kat daha fazla anagram çözdüğü gözlemlenmiş.

———————————————————————————————————————-

Bilmeyenler, duymayanlar için: Nedir bu “beden vuruşları”?


Beden vuruşu aslında İngilizce Emotional Freedom Technique (yani EFT) olarak geçen Türkçe tam karşılığı Duygusal Özgürleşme Tekniği olan bir enerji tekniği… Kadim Çin akupresuru ve modern psikolojinin birleşimi olan bir enerji bedeni çalışması. İlk temelleri 1979 yılında atılıyor. Ve o günden bu yana hızla yayılıyor ve sayısız insanın şifalanmasını sağlıyor. Beden vuruşları yurtdışında yaygınlıkla birçok hastanede dahi kullanılıyor. Türkiye’de de bunun uygulamaları mevut. Özellikle son yıllarda çok sayıda psikolog ve tıp doktoru EFT tekniğinden faydalanıyor. Tohumlarının atıldığı 1979 yılından bu yana EFT tekniğinin işlevselliğini kanıtlayan birçok bilimsel araştırma yapıldı. Araştırmalara dair detayları şu adresten ve şu adresten bulabilirsiniz. )

Peki beden vuruşları nasıl bir teknik ve tam olarak ne yapıyor diye sorabilirsiniz… Beden vuruşlarının temeli, kişinin enerji bedeninde oluşmuş̧ duygusal tıkanıklıkların açılmasına ve enerjinin yeniden dengelenmesine dayanıyor. Yaşadığımız travmalar ve baskıladığımız duygular enerji sistemimizde tıkanıklıklar veya aksamalar yaratıyor. Bu olumsuz deneyimlerin ya da travmaların anısı bedenin enerji kanallarında saklandıkça, onu çağrıştıran en küçük olayda bile tıkanmış̧ olan duygu yüzeye çıkıyor, yeniden hissediliyor, bedensel ya da psikolojik acı veriyor. Ancak EFT ile bu aksaklıklar ya da blokajlar enerjisel olarak giderildiğinde duygusal düzeyde de gideriliyor ve kişi geçmiş olumsuz deneyimlerin bıraktığı negatif duygulardan arınıyor. Yani beden vuruşları bu tıkanıkların açılması ve bedenimizde akan enerjinin yeniden dengelenmesi için geliştirilmiş̧ bir teknik. Bu nedenledir ki EFT’nin kurucusu Gary Craig deneyimlemekte olduğumuz tüm olumsuz duyguların nedenini, bedenin enerji sistemindeki bir aksaklık olarak tanımlıyor.

Peki bu teknik nasıl işliyor? Seans sırasında kişide olumsuz duygular yaratan sorunla ilgili zihin düzeyinde çalışırken ve bu soruna dair tüm duyguların yüzeye çıkmasına izin verirken bir yandan da kişi parmak uçlarıyla bazı meridyen bitim noktalarına (bu meridyen konusunda başka bir yazıda değineceğim!) hafif vuruşlar yapıyor. Bu işlem tıkanıklıkların açılmasını ve enerjinizin yeniden dengelenmesini, böylece çalıştığınız sorunun da kalıcı bir biçimde ortadan kalkmasını sağlıyor.

Beden vuruşları, özünde yaşadığımız sorunların kökenine inerek aklımızla bedenimiz arasındaki ilişkiyi bir dengeye oturtuyor.

Beden vuruşları tekniğiyle geçmişte ya da yeni oluşmuş̧ her tür duygusal sorun şifalandırılabilir. Travmalardan negatif duygulara, yanlış inançlardan fobilere, ilişki problemlerinden performans kaygılarına kadar her türlü sorun için uygulanabilir. EFT hızlı ve kalıcı bir iyileşme sağlayan ve herhangi bir yan etkisi olmayan güvenli bir yöntemdir.

Bireysel seanslar için iletişim numaramdan irtibat kurabilir, atölyeler için instagram sayfamı takip edebilirsiniz…