Yüzleş, özgürleş, iyileş…

Enerji Psikolojisi çalışmaları ülkemizde hız kesmeden devam ediyor. Var olan tekniklere son yıllarda yenileri eklendi belki ama bu konuda en eski ve etkilerinden biri kuşkusuz Beden Vuruşları tekniği (yani Duygusal Özgürleşme Tekniği, İngilizce adıyla Emotional Freedom Technique).

Hiç bilmeyenler için beden vuruşlarını nasıl anlatırsınız?

Beden Vuruşları kısaca Çin tıbbından gelen meridyen sistemi ile bilinçaltı telkin çalışmasının birleşimi olan bir enerji bedeni ve bilinçaltı tekniği. Bedenimizde “meridyen” adı verilen enerji kanalları mevcut. Bu kanallar, chi, ki, ya da prana olarak adlandırılan “yaşam enerjimizin” tüm vücudumuzda dolaşımı sağlıyor. Ancak yaşadığımız travmalar, olumsuz anılar, duygular, düşünceler bu kanalların zamanla tıkanmasına ve yaşam enerjimizin dengesizleşmesine yol açıyor. Bu da bedensel veya psikolojik acı, mutsuzluk, depesyon olarak algılanıyor. Beden vuruşları bu blokajları açarak enerji akışının yeniden dengelenmesini ve güçlenmesini sağlıyor. enerji akışı yenden dengelendiğinde zihnen, ruhen ve bedenen daha sağlıklı ve dengeli hale geliyoruz ve şifa olayı meydana geliyor.

Vuruş yaparken spesifik noktalara mı vuruyoruz, yoksa rastgele vuruşlar mı yapıyoruz?

Vuruşları parmak uçlarımızla, kendimizi dövmeden, vücudumuzun spesifik noktalarına vurarak yapıyoruz. Bu noktalar meridyenler üzerinde bulunan noktalar. Bunların yanı sıra bazı çakra noktalarına da vuruş yapıyoruz.

Kendimize zarar vermemiz olası mı bu vuruşlar sebebiyle?

Hayır. Beden vuruşları yaparken kendinize zarar vermeniz mümkün değil. En kötü, stres seviyenizi aşağı çekersiniz, gevşer ve rahatlarsınız. O nedenle gönül rahatlığıyla beden vuruşu tavsiye edebilirim. Tavsiye etmediğim iki grup; hamileler ve epilepsi hastaları. O da herhangi bir atak tetiklememek için.

Peki bireysel seansınız nasıl gerçekleşiyor? Danışan ne beklemeli?

Bireysel seanslarda, danışanın başvurduğu sorunun kökenine inerek onunla yüzleşmesi, bu sorunu kabul edip onunla bir nevi helalleşmesi, yaptığımız vuruşlarla beden enerjisi dengelenirken bu sorunun yarattığı olumsuz duygulardan özgürleşmesi ve böylece şifa olayını deneyimlemesi yani iyileşmesi sağlanıyor. Aynı zamanda konuya dair kısıtlayıcı inançlarını da dönüştürüyoruz.

Beden vuruşları hangi sorunlar için uygulanabiliyor? Kimler bu teknikten faydalanabilir?

Beden vuruşları her türlü sorun için uygulanabilir bir teknik. Özgüven, özdeğer, kaygı vb. gibi olumsuz duygular, taciz, işten atılma, iflas gibi travmatik olaylar, boşanma, aşk acısı gibi ilişki problemleri, her türlü kısıtlayıcı inanç, fobi, kilo problemi, depresyon, panik atak, sanat-spor alanında performans kaygısı gibi türlü konular uygulama alanları arasında.  

Karma ve bütünleşik mutluluk


Nesnel bir benlik var mıdır? Herkesin ben’i kendine ise, ben’den dışarı nesnel olabilir mi? Şimdi başlıkta karma varken bu sorular da nereden çıktı diye düşünebilirsiniz, ama okumaya devam edin.


Benlik konusunu düşünürken belki de ilkin aklımızın gördüğümüz dünyayı nasıl yarattığına bakmalı. Sahi ya, sizce herkesin gördüğü dünya aynı mı, yoksa her birimizin zihni dünyayı başka başka mı yaratıyor?

Esasen sahip olduğumuz doğuştan gelen kavramlar ve şartlandırmalar algımızın önünde filtreler oluşturuyor. Bu filtreler, duyularımıza gelen her bilgiyi otomatik olarak işlemiş oluyor. Yani biz gözümüzü açıp da baktığımız dünyayı nesnel bir bakış açısıyla göremiyoruz. Ancak ve ancak algı süzgecimizin bize sunduğu kadarını görebiliyor, deneyimleyebiliyoruz.


Halbuki duyularımıza ulaşan bu bilgileri nasıl değerlendirdiğimiz, yorumladığımız, anlamlandırdığımız, deneyimlerimizin şeklini yaratıyor. Şimdi bunu bir de insanlarla olan etkileşimimiz açısından düşünün. Yani insanların ifadelerini ve eylemlerini nasıl yorumladığımız, onlarla olan iletişimimizi, deneyimimizi şekillendiriyor. Dikkatinizi çekeyim, insanların ifadeleri ve eylemleri demiyorum! İfadelerini ve eylemlerini nasıl yorumladığımız diyorum.


Sözün özü, her insanın zihninin dünyayı kendi bildikleri ve öğrendikleri çerçevesinde yorumlaması, “ben ve dünyanın geri kalanı” düalitesini yaratıyor. Buradaki ben’i büyük BEN olarak da düşünebiliriz. Yani benim gördüklerim, algıladıklarım ve deneyimlediklerim söz konusu ise, o zaman bu “ben” dediğim, benim dünyamın merkezi olmalı, öyle değil mi?
Açıklayayım.


İnsan kendi kişisel penceresinden baktığında, algısının gerçeğin kendisi olduğu yanılgısına kapılabilir. Gördüğü, duyumsadığı dünya gerçektir. Gördüğünün “onun gerçeği” olduğunu bilmez çoğunlukla. Dolayısıyla diğer insanlarla bir çatışma yaşadığında hemen haklı olduğunu düşünür. Çünkü objektif bir durumla karşı karşıya olduğunu sanır. Kendi algısının doğru olduğundan emindir. Ben böyle algıladığım için diğer herkes de bu şekilde algılamalı.


Fakat herkes bu şekilde bir mantık yürüttüğünde, herkes kendi algısının nesnel gerçeklik olduğunu düşündüğünde, işte çatışma başlar.
Bu yanılgıyla insanlar kimlikler inşa eder, kurallar koyar. Ben şöyleyim, sen böylesin… Bu nedenle bana böyle davranmalısın… Ben de sana şöyle davranırım…


Çünkü evrenin merkezi “BEN” olduğumdan “benim” evrenimin kuralları geçerli. Ve siz diğerleri, pek tabii bu kurallara harfiyen uymalısınız! İlk kural, her şey benim istediğim gibi olmalı. İkinci kural, herkes beni sevmeli. Üçüncü kural, ben asla hata yapmam! Ez kaza yapsam bile, bunu fark etmemelisin, ya da fark etsen bile bundan bahsetmemelisin. İlla ki bahsetmek istiyorsan da ancak ve ancak bunu pozitif bir çerçevede yapmalısın! Dördüncü kural, düşündüğüm her şey doğrudur. İki dakika sonra fikrimi değiştirsem bile. Ve son kural, herkes bana saygı duymalı. Ben aynı saygıyı göstermesem de!


Nasıl ? Böyle yazıldığında tamamen egosantrik bir bakış açısı olduğunu görebiliyor muyuz?

Üstelik çoğu zaman bu şekilde hareket ettiğimizin farkında değilizdir. Bu nedenle gerek kendi hayatımızda gerek başkalarının hayatında kafa karışıklığı yaratırız. Bu karışıklık bizi nihayetinde mutsuz eder. Çok fazla olumsuz duygu biriktiririz. Bu olumsuz duygulardan yola çıkarak eylemler gerçekleştirir, tavır takınırız. Sonuçta her şey daha çetrefilli hale gelir.

Ama hepsinden öte ve en önemlisi, bunlar neticesinde karma yaratırız…

Tetiklediğimiz her eylem, zihnimizde bir iz, bir tohum bırakır. Ve ilerleyen zamanlarda şartlar denk geldiğinde, o atılmış tohumlar illa ki tomurcuklanır.


Bu yüzden hayatımızda kötü şeyler meydana geldiğinde “bunu hak edecek ne yaptım” diye düşünürüz. Ve çoğunlukla da tersi aklımıza gelmez. Yani iyi şeyler yaşadığımızda genelde bunu neden hak ettiğimizi düşünmeyiz. Aksine daha fazlasını isteriz çünkü daha fazlasını hak ettiğimizden eminizdir.


Hayatı böyle algıladığımızda başkalarıyla nasıl kolaylıkla çatışma yaşayabileceğimizi görebiliyor musunuz?


O halde ne yapmalıyız. Bir kere doğru bellediğimiz her şeye meydan okuyarak ve sorular sorarak başlayabiliriz. Gerçekten var olan, her şeyin merkezi bir BEN olabilir mi? Kendimin dışında algıladığım gerçeklik değişken mi yoksa sabit ve öngörülebilir mi? Güzel olarak etiketlediğim şeyler gerçekten güzel mi? Korkutucu olduğunu düşündüğüm şeyler gerçekten nesnel bir şekilde korkutucu mu?


Doğrularımızı, inançlarımızı, fikirlerimizi yeniden sorguladığımızda ve onlara meydan okuduğumuza zihnimizi genişletir, daha hoşgörülü ve esnek oluruz. Evrenin merkezinde bir “ben” olmadığını anlamaya başlarız.


Buddha nereye gidersek gidelim, bu evrendeki her bir canlıyla ilişki içinde var olduğumuzu vurgular. İşte bu nedenle nasıl davrandığımız büyük bir önem taşır. Çünkü davranışlarımız, tutumlarımız, eylemlerimiz diğer insanların deneyimlerini etkiler.


Eğer, dürüst bir insan olmayı amaçlamışsak, özsaygıya dayalı etik bir yaşam sürmek istiyorsak, hareketlerimizi de detoksa sokmalı ve en önemlisi başkalarına zarar vermeyi bırakmalıyız.


Esasen, başkalarına zarar verdiğimizde kendimize zarar veririz. Bu eylem neticesinde zihnimizde tohum bırakan olumsuz karmamız, en nihayetinde bize acı verecek bir deneyim olarak tomurcuklanır.

Yani tüm sistem bir tazminat düzenine dayanır. Her acı ödüllendirilir, hiçbir fedakârlık zayi olmaz, her borç ödenir. Evren çok iyi bir muhasebecidir ve eylemlerimizin faturasını mutlaka keser!


Başkalarına mutsuzluk kaynağı olduğumuzda, acı verdiğimizde, haksız davrandığımızda, zarara uğrattığımızda, üzdüğümüzde, kendi mutsuzluğumuza, acımıza neden oluruz. Başkalarına karşı iyi davranmak ise kendi mutluluğumuzu sağlar.


İşte bu sebeple mutluluğumuz, başkalarının mutluluğuyla bütünleşiktir.


Dolayısıyla karma denen sistem, aslında altın kuralın kaldığı yerden devam eder: Sana nasıl davranılmasını istiyorsan, başkalarına da öyle davran.


Sanskritçe karma kelimesi “eylem” anlamına gelir. Geleneksel olarak öğretildiği şekliyle karma yasası – ister olumlu ister olumsuz olsun – tüm düşüncelerimizin, sözlerimizin ve eylemlerimizin bir neden-sonuç zinciri yarattığını ve harekete geçirdiğimiz her zincirin etkisini kişisel olarak deneyimleyeceğimizi ifade eder. Bunu dönüp dolaşıp size geri gelecek bir bumerang gibi düşünebilirsiniz.


Çünkü karma yasası bir enerji denklemidir. Damarlarımızda, zihnimizde ve kalbimizde akan hayat enerjidir. Ve her eylemimiz her sözümüzle bu enerjiyi içten dışa göndeririz. Evrensel neden-sonuç yasasına göre, bizden giden enerji bize geri dönecektir. Eğer biz olumlu eylemler, sözler ve düşünceler içinde olmuşsak bize dönen enerjiyle hayatımızda olumlu şeyler meydana gelir.


Bu nedenle karma, başkalarına gönderdiğimiz iyiliği bize geri veren en büyük hayırseverimiz, hatalarımızdan ders almamızı sağlayan önemli öğretmenimizdir.


Bill Murray’nin eski bir filmi var, belki hatırlasınız. “Bugün Aslında Dündü” (Groundhog Day). Pennsylvania’ya haber yapmak için gönderilen egoist bir hava durumu sunucusu (Bill Murray) nedenini anlamadığı bir şekilde her sabah aynı güne uyanmaya başlar. Benmerkezciliğini merhamete dönüştürmeyi, yeteneklerini geliştirmeyi ve kalbini açmayı öğrenene kadar aynı günü tekrar edip durur. Hatalarından ders alıp bunları dönüştürmeyi başardığında ancak yeni bir güne uyanır.

Karma yasası “ektiğini biçmeye” dayandığından bazıları bunu ceza gibi düşünebilir. Ancak esasen bu yasa cezadan çok sevgi yasasıdır. Çünkü ruhumuzun büyüyebilmesi için eylemlerimizin veya eylemsizliğimizin sonuçlarını anlama fırsatına sahip olmaktan daha büyük bir sevgi yoktur. Karma bize başka hiçbir sürecin yapamayacağı kadar sevmeyi öğretir.
O nedenle kimilerinin oyun parkı gibi gördüğü dünya için belki de bir okuldur demek hiç de yanlış sayılmaz. Derslerimizi öğrenene kadar aynı deneyimleri tekrar ederiz. Ve çoğu durumda en önemli öğretmenimiz karmamızdır.


Buddha’nın ifade ettiği gibi; geçmişini bilmek istiyorsan, bugününe bak, geleceği bilmek istiyorsan, bugününe bak… Bugün ne yaptığımız aydınlanma gibi kefarete giden de tek çözümdür.
Neden?


Çünkü karma kaderimiz değildir. Karma elbette ki önemlidir, ancak hür irade daha önemlidir: Her kim olursak olalım başımıza gelen şeyleri hak ettik. Yine her kim olursak olalım, başımıza gelen şeyleri değiştirmemiz de mümkün. Bunun nedeni karmanın kader olmaması.
Bu bağlamda karmanın verdiği en önemli ders, esas olanın içinde bulunduğumuz koşulların ya da başımıza gelen olayların değil, onlara nasıl tepki verdiğimiz olduğudur.


Karma, bulunduğumuz yere nasıl geldiğimizi, yaşamımızın koşullarını, etrafımızda şekillenen olayları, hayatımıza çektiğimiz insanları anlamamıza yardımcı olabilir.


Ancak bize bu koşullara, olaylara ve kişilere nasıl tepki vereceğimizi söylemez. Bu tamamen bize bağlıdır ve kaderimizi belirleyen de budur. Karma yaratmak için hepimiz hür irademizi kullanırız. Tıpkı onu dönüştürmek için hür irademizi kullanabileceğimiz gibi…


Lao Tzu’nun şu dizeleriyle bitirmek istiyorum;

İyi bir yolcunun sabit planları yoktur ve varmaya odaklanmaz.İyi bir sanatçı, sezgisinin onu istediği yere götürmesine izin verir.İyi bir bilim adamı kendini kavramlardan kurtarmıştır ve açık fikirlidir.Bu nedenle bilge insan herkese açıktırve kimseyi geri çevirmez. Her şeyi kucaklamaya hazırdırve hiçbir şeyi ziyan etmez.Buna ışığa bürünmek denir. İşte bundandır ki iyi insan kötü insanın öğretmenidir. Kötü insan iyi öğretmenin dersidir. Bunu anlamayanlar,ne kadar zeki olsalar da kaybolurlar. İşte bu, en büyük sırdır.*
(* “Tao Te Ching, A New English Version”, Stephen Mitchell, Harper Collins e-book)

Ağır enerjiler, hafif enerjiler


Biliyoruz ki evrende her şey enerji. Ve içinde yaşadığımız bu kocaman enerji alanında farklı türden enerjiler mevcut ve bunları nasıl deneyimlediğimizi tanımlayan bir nitelikten de söz etmek mümkün: hafif ve ağır enerjiler.

Evrende her şey enerji olduğundan, elbette doğa gibi, etrafımızı çevreleyen eşyalar gibi, bizim bedenlerimiz de enerji. Benim burada odaklandığım elbete ruh-zihin-beden bütünlüğü içinde bizim enerjimiz: yani sadece bedenimiz değil, vücudumuzu çevreleyen ve içine nüfuz eden bilgi alanından, düşüncelerimizden, duygularımızdan, eylemlerimizden, motivasyonlarımızdan, alışkanlıklarımızdan, niyetimizden ve başkalarıyla bağlantı kurma yollarımızdan da bahsediyorum. Bütün bunlar ve bunların birleşiminden oluşan diyebileceğim ruhumuz/özümüz hafif ya da ağır enerjiden oluşur. Enerjiler süreklilik içinde ve çok yönlü bir şekilde akar, hareket eder, değişir, adapte olur. Ağır enerji dediğimiz daha yoğun, daha katı ve tanımlıdır ve kendini tekrar eden düşünceler, sabit varsayımlar ve değişime direnç olarak dışa vurularak hafif enerjinin akışını engelleyebilir.

Biraz daha açmak gerekirse; hafif enerji “az ağırlıklı” anlamına gelmez ve pozitif duyguları betimlemez. Ağır enerji de “ağır bir duygu” ya da ölçüde ağırlık anlamına gelmez ve olumsuz duyguları betimlemez. Peki tam olarak nedir bu hafif-ağır enerji dediğimiz? Hafif enerjinin en saf hali, saf bilinç olan kozmik enerjidir. Bunun için en uygun metafor güneş ışığı, temiz hava, kristal berraklığında bir nehir denebilir. Aslında, doğanın dört kuvvetine bağlı olan enerjiler birlikte yaşadığımız dünyayı oluşturur. Ve yaşadığımız bu dünyada farklı türden hafif ve ağır enerjiler ağırdan hafife doğru sonsuz bir döngü halinde akar ve değişir.

  • Örneğin bilgi akışı ve iletişimi havanın enerjisel gücüyle,
  • bilinç ve farkındalığı güneşin enerjisel gücüyle,
  • tüm formaları, duyguları ve bunların birbiriyle bağlanma biçimlerini dünyanın (toprağın) enerjisel gücüyle,
  • yaşam enerjisini ve dürtüleri de suyun enerjisel gücüyle bütünleştirmek mümkün.

Biraz daha açıklamak için şunu söyleyebilirim; hafif enerji çoğunlukla iyi hissettirir, içimizde sıkışma hissi yaratan ağır enerji ise aksine rahatsız edicidir. Ancak bu olumlu ya da olumsuz demek değildir.

Şöyle söyleyeyim; anlık öfke patlaması zarar vermediği sürece kişiyi akıcı, hafif enerji içine alabilir. O duygusal arınmaya ihtiyacı olup olmadığına bağlıdır çünkü. Ya da tam tersi, doyum ve maddi bolluk, kişinin yaşamında durağanlık yaratmaya başladığı anda ağır enerji haline dönüşebilir. Yani enerjinin nasıl deneyimlendiği kişiye ve kişinin içinde bulunduğu duruma bağlıdır.

Yine de özünde şunu söylemek mümkün, hafif enerji çoğunlukla bir refah duygusu getirir. Ağır enerji de durgunluk, ya da ileri seviyelerde sıkışma.

Korkularımızı dönüşüme gönderiyoruz! Nasıl mı?


İşte size 4 adımda korkularınızı dönüştürme çalışması:

1) İlk adım farkındalık… Korkuyu dönüştürebilmek için öncelikle hangi korkulara sahibiz onların farkında olmak gerekiyor. Bunu yapmanın yolu kendinizde o korku olarak adlandırdığınız duyguyu hissettiğinizde “6 nefes” çalışması. Sakinleyip nefes alıp vererek, verirken de çok hafif üfleyerek, önce sisteminizi sakinleştiriyor, korku devresini kapatıyor, parasempatik sinir sistemini devreye sokuyorsunuz. – Korkuyu, onu tetikleyen düşünceleri, duyguları, inançları ve davranışları tanıdığınızda, fark ettiğinizde, ve en önemlisi, bunu yargılamadan, suçlamadan, utanmadan izleyebildiğinizde, gözlemleyebildiğinizde, saf bir farkındalık seviyesine erişirsiniz. 

2) İkinci adım korkunuzu tetikleyen şeyi yeniden tanımlamak… Yeniden tanımlamaktan kasıt şu, korkunun arkasındaki yanlış inanç, geçmiş bir deneyim, her ne ise, sizi güçsüz düşüren o negatif tanımı pozitif bir tanımla değiştirmek. Videoda da örnek veriyorum, mesela “…. başarmak için yeteri kadar yetenekli değilim” gibi kısıtlayıcı bir inançtan dolayı korkunuz tetikleniyorsa, o zaman bu inancı kendinize tekrar edeceğiniz şöyle bir cümleyle değiştirmek; “geçmişte yeteri kadar yetenekli olmadığımı düşünmüş olabilirim, ancak birçok konuda aslında düşündüğümden daha yetenekli olduğumu fark ediyorum, denediğim yeni şeyler şimdiye kadar idrakında bile olmadığım yeteneklerimi ortaya koymamı sağlıyor” gibi.. Burada atış serbest, tek yapmanız gereken tezini POZİTİF bir açıklamayla çürütmek. 

3) Üçüncü adım; bu çalışmayı uygulamaya başladıktan sonra bilinç düzeyinde zihninize yine negatif düşünceler ya da duygular gelebilir. Bunları yine nefes tekniğiyle serbest bırakmanız gerekiyor, ki şu ana kadar yaptığınız çalışma heba olmasın. Yapmanız gereken şu derin nefes alıp verirken o negatif düşünce ya da duygu neyse “…. serbest bırakıyorum” diyerek nefes vermek…

4) Dördüncü adım aslında size kalmış… Amaç şu; şu ana kadar yaptığınız uygulamayı, gerekirse, ihtiyaç duyuyorsanız başka tekniklerden destek alarak hayatınızda üzerine çalıştığınız korku konusuna dair olumlu sonuçlar almaya başlayana dek sürdürmek..

Çalışmaya dair sorularınız, yorumlarınız olursa yazmaktan çekinmeyin.

Cümlemize şifalarla…

6 engel bize ket vurur! Neler mi?


Hayat yolculuğumuzda biz farkında olmaksızın beynimiz önümüze olası 6 ENGEL çıkarır.

Bunları detaylandırmadan önce şunu söyleyeyim, belki kısıtlayıcı birtakım inançlarınız vardır ama negatif zihniniz yoktur mesela. Ya da olumsuz alışkanlıklarınız vardır ama duygusal kontrol kaybı yaşamıyorsundur. Yani bu 6 engel her zaman hepimizde bulunmayabilir. Herkesin kendi gelişim yolculuğuna göre değişir durum.

Okuduktan sonra kendiniz değerlendirin, acaba bu engellerden hangileriyle sık sık karşılaşıyorsunuz?


Korku: Beyninin temel odağı sizi güvende tutmak. Bunu gerçekleştiren sistemin önemli parçalarından olan amigdala hayatınızın her anında algıladığınız her şeyi arkadaşça ya da düşmanca olarak sınıflandırır. Sizin endişe dolu içsel düşüncelerinize, gerçek olmadıklarının farkına varamadan, tıpkı gerçek tehditlermiş gibi tepki verir. Bu tepki sonucu bilinçaltı sizi eski düzeninize getirmek için elinden geleni yapar. Her ne kadar hedeflerinize ulaşabilecek adımlar atmaya başlasanız bile kronik, fevri, otomatik olarak tetiklenen davranışlarla kendinizi sabote etme ihtimaliniz çok yüksektir.

Kısıtlayıcı inançlar: İnançlar dünyayı ve yaşadığınız deneyimleri tercüme eden lenslere benzer. Söylediğiniz, düşündüğünüz ve yaptığınız her şeye kendi renklerini katar. İnançlar aslında beyninizdeki kuvvetlendirilmiş kalıplardır ve hatıralara, deneyimlere ve köhnemiş gerçekliklere dayanır.Şu örneği hep veriyorum; piyango kazananların %70’i 3 ila 5 yıl içinde tüm kazançlarını kaybediyorlar. Neden peki? Bunun sebebi, piyango kazananların bilinçaltındaki özdeğer ve özkimlikleri ile – yani kendileri hakkında gerçek ya da doğru olduğuna inandıkları şeyler ile – içine düştükleri yeni zengin hayatlarındaki kendilerine dair inançlarının arasındaki bağlantısızlıktan dolayı. Dış çevreleri, özdeğerleriyle ilgili inandıkları şeylerle zıtlık oluşturur. Böyle olunca, birey kendini sabote ederek dışsal koşulları bilinçaltı düşünceleri ve inançlarıyla yeniden aynı hizaya getirir. Yani eski haline. Bu bilişsel çarpıtmanın en kuvvetli şeklidir. Kısıtlayıcı inançlar sizi alışılageldik şekilde davranmaya zorlar. Kendinizi, başkalarını ve dünyayı yeni bir bakış açısıyla görme yeteneğinizi engeller. Dolayısıyla bu kısıtlayıcı inançları değiştirmediğiniz sürece sizi olduğunuz yerde tutan kalıpları tekrar edip durursunuz.

Negatif zihin: Hepimiz zaman zaman negatif ya da iç karartıcı düşüncelere kapılıyoruz. Bu beynimizin uyarı sisteminin bizi güvende tutma yöntemi. Evrimsel açıdan bakıldığında bu oldukça faydalı bir tutum. Ancak sürekli negatif seçenekleri uzun uzadıya düşünmeye başladığınızda korku ve endişe devreleri sizi pesimist bir insana dönüştürecek kadar beyninizin kontrolünü ele geçirebilir. Sürekli negatife odaklanmak enerjiyi o yöne akıttığınız için hayatınızda olumsuzlukların daha çok tezahür etmesine yol açar. Ayrıca aşırı strese sebep olduğundan bağışıklık sisteminiz ve sağlığınız açısından kötü sonuçlar doğurabilir.

Kaygı/Aşırı stres: Ne zaman endişeli, korku içinde, ya da yorgun olsanız beyniniz nörokimyasallar vasıtasıyla stres tepkisi verir. Halbuki stres yeni beceriler edinme kapasitenizi düşürür, motivasyon merkezinizi kapatır, bedeninizin ajite olmasına yol açar, uykunuzu engeller ve beyninizin işlevsel yeteneklerini gölgeler. Stres aynı zamanda beyninizin yaratıcı devrelerini de olumsuz anlamda etkiler. Bu da sizin yeni fırsatları görmenizi, yaratıcı fikir üretmenizi ve içinizdeki dâhiye ulaşmanızı engeller.

Olumsuz alışkanlıklar: Düşündüğümüz ve hissettiğimiz şeye dönüşürüz cümlesini çok kez kullanmışımdır postlarımda. Gün be gün, yıllar boyu, beynimizdeki otomatik kalıplar – onlara alışkanlık da diyebiliriz – bizi tanımlar hale gelir. Alışkanlıkların çok “yapışkandır”. Yani tekrarlanması kolay ama değiştirmesi zor. Bunun sebebi sinir devrelerimiz. Daha önce yazdığım gibi, beyin, enerji verimliliği açısından alışkanlık kurmayı çok sever. Tanıdık görevleri kafa yormadan otomatik davranışlarla yürütmek yaratıcı davranmaktan daha kolay ve önemlisi verimlidir. Çoğu çocukluk yaşlarınıza dayanan kötü alışkanlıklar fazlasıyla yıkıcıdır. Bu durum daha iyi bir hayat için yeni fırsatlar ve çözümler üretmenizi engeller. Daha sağlıklı ve gerçekçi bir bakış açısı yerine bilişsel önyargı yaratırlar.

Duygusal kontrol kaybı: Duygusal kontrol kaybı da vücut kimyamızı olumsuz etkiler. Bu da motivasyonunuzu, yeni beceriler edinme kapasitenizi düşürür ve beyninizin işlevsel yeteneklerini ve yaratıcı devrelerini gölgeler. Gözünüzün önüne bir perde inmiş gibi olur. Yeni fırsatları göremez, yeni fikirlere açılamaz hale gelirsiniz. Sık sık içinde düştüğünüz bilişsel çarpıtma döngüleriyle kendinizi daha çok bataklığa saplarsınız. Duygularınızla ilgili düşündüklerinizi yeniden çerçevelemek için bir yöntem paylaşayım. Duygular hoş ya da hoşnutsuz hissettirmelerinden bağımsız olarak iyi, kötü, negatif ya da pozitif değildir. Duygular bilinçaltı seviyede tetiklenir. Devamında da hissettiğimiz şeyleri hissetmemize sebep olan nörokimyasalları salgılarlar. Burada anahtar, herhangi bir yargıda bulunmadan duygularımızın farkında olmak ve onları nasıl yöneteceğimizi öğrenmektir.

Bu 6 engel bilinçli zihnimizin hem yüzeyinde hem de altında pusuda bekler. Yargısız bir farkındalık içine girmezsek birtakım amaçlarımızı yerine getirebiliriz ama gerçek potansiyelimize ulaşamayız. Önce farkında olalım. Sonra eksiklerimize elimizden geldiğince çalışalım. Hiçbir şey emeksiz olmuyor, ama istikrarlı bir çalışmayla her şey mümkün 🙂

Hayatımızı boşa mı harcıyoruz? Ve buna dair ne yapabiliriz?


Tüm hayatınızı boşa harcadığınızı düşünüyor musunuz? Ya da hala harcamaya devam mı ediyorsunuz? Ya da öyle mi hissediyorsunuz? Daha da önemlisi, bunun telafisi mümkün mü? Ve tabii mümkünse nasıl?

Özellikle koronayla birlikte değişen hayat koşulları bir kısmımızda içinden çıkamadığımız bir rutin yaratmış olabilir. Günler birbirine benzedi mi genelde varoluşçu sorular insanın zihnine üşüşmeye başlar. Yavaaaaaşça, son derece sabit geçen günler, her biri bir öncekinin yakın bir kopyası… Düşünmeye de fırsat var ya bol bol, o bir zamanki hayalleriniz gelmiş aklınıza, ama bir bakmışsınız çooook uzak bir noktadasınız. Tıpkı MFÖ şarkısı gibi “niyet neydi akıbet ne oldu bak”.

Bir zen deyişi “insanı boğan nehre düşmesi değil, yüzeye çıkmamasıdır” der. Hepimiz hayatımızda zaman zaman suya düşmüşüzdür, dibe de batmışızdır. Ama yüzeye çıkmak ya mesele…

Bu nehir iyi ama, rastgele akıp götürüyor. Tutunacak dal bulamıyorsan akıntının insafına göre savrulup duruyorsun. Bizi o eski hayallerden uzaklaştıran da bu nehir işte… Telefon alarmındaki “ertele” düğmesi gibi hayallerimizi çıkmaz ayın çarşambasına ertelettiren… Her seferinde bir bahane bulmanızı sağlayan, “şu olsun başlayacağım, bu olsun yapacağım” gibi A’yi B’ye endeksleyip kendi ayağınızı prangalamanıza sebep olan… Yorgunluğunuzu, çocuğunuzu, ekonomik durumunuzu, zaman darlığınızı, adına ne derseniz deyin… Ama şunu bilin, bugün sıraladığınız bahaneler yarın da değişmeyecek, emin olabilirsiniz…

Kendinizi o nehrin akıntısına bıraktığınızda ilk zamanlar sürükleniyormuş gibi hissetmezsiniz. Yüzüyorum sanırsınız. Su sizi taşıyordur işte. Rahatlık gelir. Her şey rutine biter. Ama bir bakmışsınız rutin tüm hareket etme, eyleme geçme KABİLİYETİNİZİ alıp götürmüş. Zaman geçer. Zamanın acıması yok ya, geçmeye devam eder.

Sonra ne mi olur? Nehir başka sularla birleşmiş, derinleşmiş, koyulaşmış… O sizin bildiğiniz nehir değil artık. Üstelik artık kıyı da görünmüyor. Nasıl döneceksiniz? Bu akıntının sonu nere? Artık ardınızda önünüzde ne olduğunu da bilmiyorsunuz. Hiçbir şey öngöremiyorsunuz. Belki ileride bir şelale var? Belki düşüp bir daha hiç kalkamayacaksınız? Ya da böyle akıp gitmeye devam edecek…

Hikâyenin sonunda ne mi olacak? Öyle ekstravagan bir şeyler beklemeyin. Pencereden dışarı, sanki o ulaşamadığınız dünyaya uzaktan bakar gibi, buruk bir gülümseme ve pişmanlık dolu gözlerle; “ah evet ya… onu hiç yapmadım” diyecek belki nedenini bile hatırlamayacaksınız… Kırık dökük bir anımsa olacak o an elinizde…

Nehirden çıkmanın tek yolu yüzmektir. Kimse sizi kurtarmaya gelmeyecek, kimse sizin adınıza kulaç atmayacak. BUNU SİZ YAPMALISINIZ. Kendiniz için, yıllar sonra hayatınıza pişmanlıkla dönüp bakmamak için. Hayaliniz ne? Kitap yazmak mı? Dükkân açmak mı? Oyuncu olmak mı? Yeni bir iş kurmak mı? Resim yapmak mı? En sıradan ya da en uçuk, ne olursa olsun, SİZİN hayaliniz… Zor gibi görünür ama imkansız değil. Bugünü kurtararak başlayın.

BUGÜN HAYALİN İÇİN NE YAPTIN? Bir cümle yazın, bir resim yapın, dükkanınız için ürün araştırın, ya da kendi ürünlerinizi satmaksa hayaliniz, bugün tasarımlarına başlayın, internette araştırın, okuyun, o hayali gerçekleştirmiş insanlara ulaşın, mail atın, mesaj atın, soru sorun, başarı öykülerini dinleyin, FEYZ ALIN.

NE YAPARSANIZ YAPIN ama BUGÜN BAŞLAYIN! Hayatınızı boşa harcamamanın tek yolu bugün boşa harcamamaktır. Bugünü kurtarmak için elinizden gelenin en iyisini yapın!

İmgeleme/imajinasyon kilo konusunda yardımcı oluyor! Nasıl mı?


Kendimizi nasıl algılıyor ve bu algıyı nasıl yansıtıyoruz? Yeterince zayıf, zeki, zengin, ya da başarılı olmadığınızı mı düşünüyorsunuz? Bu düşüncelerinizi hayatınızda nasıl yaşıyor, yaşatıyor ve yansıtıyorsunuz? Hepimizin kendiyle ilgili negatif algıları olabilir. Kimilerinin ki daha fazladır ve zarar verici, hatta hayat kalitesini zedeleyici olabilir. Kendimizle ilgili olumsuz “öz imajımızın” nasıl üstesinden gelebiliriz peki? Hayalini kurduğumuz “kendimizle” ilgili gereken özelliklere sahip olmadığımıza olan inancımızı nasıl tersine çevirebiliriz?

Öncelikle şunu soralım, bu olumsuz öz imajımız nereden geldi?

Bilinçaltı zihnimiz ona ne söylersek inanır. Özellikle çocukluk yıllarımızda kendimizi sürekli negatif bir spot ışığı altında görmüş ve değerlendirmiş olabiliriz. Zaten okul ortamı, eğitim yıllarında yaşıtların sosyo-ekonomik koşullarımıza dayalı yargıları, velilerden ve öğretmenlerden gelen eleştiriler, medyada ve sosyal medyadan kaynaklı gerçekçi olmaktan uzak güzellik ve başarıya dair tasvirler bir araya geldiğinde kendimizi “yeteri kadar iyi” hissetmemek pek de zor olmasa gerek.

Üstelik bunlarla da bitmiyor. İlk başlarda “dışarıdan” kaynaklı bu etki bir zaman sonra içselleşerek bizim “eleştirel iç sesimiz” haline geliyor. Kendimizi türlü sıfatlarla yaftalamaya başlıyoruz, olması gerektiğini düşündüğümüz imkânsız bir kalıba sokmaya çalışıyoruz. Yeterince iyi, yeterince güçlü, yeterince güzel ve yeterince başarılı olmadığımız için kendimizi mağlup hissediyoruz.

Bu iç sesi dinledikçe de zamanla değiştirilmesi zor olabilecek olumsuz bir öz imaj şekillendirmiş bulunuyoruz. Tabii zor ama imkânsız değil. Bu öz imajı tersine çevirebileceğimiz araçlar var. Bunlardan biri de imgeleme çalışmaları. İmgeleme ya da imajinasyon bir nevi yaratıcı görselleştirme. Tabii ki bu süreç bir gecede gerçekleşmez, ama olumsuz benlik imajımızı geliştirmek için çok fayda sağlayabilir.

İmgelemenin anahtarı uygulama ile tutarlı kalmaktır. Amaç, yeni olumsuz düşüncelerin bilinçaltı içine girmesini engellerken mevcut olanları da ortadan kaldırmaktır.

İlk olarak, rahatsız edilmeden bir süre yalnız başınıza oturabileceğiniz veya uzanabileceğiniz sessiz sakin bir yer bulun. Dilerseniz mum ya da tütsü yakabilir, dinlendirici bir müzik açabilirsiniz.

Gözlerinizi kapatın. Birkaç dakika boyunca sadece nefesinize odaklanın. Derin ve sakin nefesler alıp verin ve bedeninizdeki, zihninizdeki stresi bırakmaya çalışın.

Sakinlediğinizde, gerçek benliğinizi, derinlerde olduğunuz “sizi” görselleştirmeye çalışın. Kendinizi, ışık, sevgi ve mutlulukla parlayan güçlü, güzel, Tanrının bir yaratımı olarak görün. Bunu olabildiğince hissetmeye çalışın. Hatırlarsanız daha evvel de yazdım, duygu yoğunlaşması hissetmelisiniz. Yapabildiğiniz kadar detay eklemeye ve o anı tüm duyularınızla hissetmeye çalışın. Sesleri işitin, koku almaya çalışın.

Tüm bunları yaparken olumsuz düşüncelerin kafanıza üşümesine izin vermeyin. Elbette böyle şeyler olabilir. Bu düşünceleri nazikçe bir kenara itin. Ve şundan emin olun, zihninizde yaratabildiklerinizi fiziksel realitenizde de yaratabileceğinizi bilin.

Bu alıştırmaya zaman ayırın ve olumlu sonuçlarını hissedene kadar devam edin. Ancak burada bir not düşmem lazım. İmajinasyon çalışmasını bilişsel çalışmalarla desteklemelisiniz. Yani eleştirel iç sesinizin yaptığı olumsuz eleştirileri mutlaka çürütün. On yaşında bir çocukla konuşur gibi bilinçaltınıza bu düşüncelerin yanlış olduğunu aksi örneklerle kendinize sesli olarak anlatın. Hatta yer yer kendinizi övün, cesaretlendirin, düşünceleriniz ve sözlerinizle kendinizi geliştirin.

Tüm bunlar sırasında tabii ki sabırlı olun! Olumsuz benlik imajınızı düzeltmenin zaman aldığını ve emek gerektirdiğini unutmayın. Kendinizi olmak istediğiniz şekilde hayal etmenin bilinçaltınızda yeni bir “gerçek” yarattığını hatırlayın.

İmgeleme/imajinasyon ile benlik algısını geliştirmek


Kendimizi nasıl algılıyor ve bu algıyı nasıl yansıtıyoruz? Yeterince zayıf, zeki, zengin, ya da başarılı olmadığınızı mı düşünüyorsunuz? Bu düşüncelerinizi hayatınızda nasıl yaşıyor, yaşatıyor ve yansıtıyorsunuz? Hepimizin kendiyle ilgili negatif algıları olabilir. Kimilerinin ki daha fazladır ve zarar verici, hatta hayat kalitesini zedeleyici olabilir. Kendimizle ilgili olumsuz “öz imajımızın” nasıl üstesinden gelebiliriz peki? Hayalini kurduğumuz “kendimizle” ilgili gereken özelliklere sahip olmadığımıza olan inancımızı nasıl tersine çevirebiliriz?

Öncelikle şunu soralım, bu olumsuz öz imajımız nereden geldi?

Bilinçaltı zihnimiz ona ne söylersek inanır. Özellikle çocukluk yıllarımızda kendimizi sürekli negatif bir spot ışığı altında görmüş ve değerlendirmiş olabiliriz. Zaten okul ortamı, eğitim yıllarında yaşıtların sosyo-ekonomik koşullarımıza dayalı yargıları, velilerden ve öğretmenlerden gelen eleştiriler, medyada ve sosyal medyadan kaynaklı gerçekçi olmaktan uzak güzellik ve başarıya dair tasvirler bir araya geldiğinde kendimizi “yeteri kadar iyi” hissetmemek pek de zor olmasa gerek.

Üstelik bunlarla da bitmiyor. İlk başlarda “dışarıdan” kaynaklı bu etki bir zaman sonra içselleşerek bizim “eleştirel iç sesimiz” haline geliyor. Kendimizi türlü sıfatlarla yaftalamaya başlıyoruz, olması gerektiğini düşündüğümüz imkânsız bir kalıba sokmaya çalışıyoruz. Yeterince iyi, yeterince güçlü, yeterince güzel ve yeterince başarılı olmadığımız için kendimizi mağlup hissediyoruz.

Bu iç sesi dinledikçe de zamanla değiştirilmesi zor olabilecek olumsuz bir öz imaj şekillendirmiş bulunuyoruz. Tabii zor ama imkânsız değil. Bu öz imajı tersine çevirebileceğimiz araçlar var. Bunlardan biri de imgeleme çalışmaları. İmgeleme ya da imajinasyon bir nevi yaratıcı görselleştirme. Tabii ki bu süreç bir gecede gerçekleşmez, ama olumsuz benlik imajımızı geliştirmek için çok fayda sağlayabilir.

İmgelemenin anahtarı uygulama ile tutarlı kalmaktır. Amaç, yeni olumsuz düşüncelerin bilinçaltı içine girmesini engellerken mevcut olanları da ortadan kaldırmaktır.

İlk olarak, rahatsız edilmeden bir süre yalnız başınıza oturabileceğiniz veya uzanabileceğiniz sessiz sakin bir yer bulun. Dilerseniz mum ya da tütsü yakabilir, dinlendirici bir müzik açabilirsiniz.

Gözlerinizi kapatın. Birkaç dakika boyunca sadece nefesinize odaklanın. Derin ve sakin nefesler alıp verin ve bedeninizdeki, zihninizdeki stresi bırakmaya çalışın.

Sakinlediğinizde, gerçek benliğinizi, derinlerde olduğunuz “sizi” görselleştirmeye çalışın. Kendinizi, ışık, sevgi ve mutlulukla parlayan güçlü, güzel, Tanrının bir yaratımı olarak görün. Bunu olabildiğince hissetmeye çalışın. Hatırlarsanız daha evvel de yazdım, duygu yoğunlaşması hissetmelisiniz. Yapabildiğiniz kadar detay eklemeye ve o anı tüm duyularınızla hissetmeye çalışın. Sesleri işitin, koku almaya çalışın.

Tüm bunları yaparken olumsuz düşüncelerin kafanıza üşümesine izin vermeyin. Elbette böyle şeyler olabilir. Bu düşünceleri nazikçe bir kenara itin. Ve şundan emin olun, zihninizde yaratabildiklerinizi fiziksel realitenizde de yaratabileceğinizi bilin.

Bu alıştırmaya zaman ayırın ve olumlu sonuçlarını hissedene kadar devam edin. Ancak burada bir not düşmem lazım. İmajinasyon çalışmasını bilişsel çalışmalarla desteklemelisiniz. Yani eleştirel iç sesinizin yaptığı olumsuz eleştirileri mutlaka çürütün. On yaşında bir çocukla konuşur gibi bilinçaltınıza bu düşüncelerin yanlış olduğunu aksi örneklerle kendinize sesli olarak anlatın. Hatta yer yer kendinizi övün, cesaretlendirin, düşünceleriniz ve sözlerinizle kendinizi geliştirin.

Tüm bunlar sırasında tabii ki sabırlı olun! Olumsuz benlik imajınızı düzeltmenin zaman aldığını ve emek gerektirdiğini unutmayın. Kendinizi olmak istediğiniz şekilde hayal etmenin bilinçaltınızda yeni bir “gerçek” yarattığını hatırlayın.

Şartlandırma, beklenti, anlam atama


“Şartlandırma” nasıl gerçekleşir? Eski bir anıyı fizyolojik bir değişiklikle ilişkilendirdiğimizde şartlanma gerçekleşir, çünkü bunu daha önce birçok kez deneyimlemişizdir. Mesela, başınız ağrıdı, siz de ağrı kesici içtiniz. Ağrınız bir süre sonra geçti, yani fizyolojik bir değişim gerçekleşti. Yaptığınız bu seçimi hatırlamanızı sağlayan iç durumunuzdaki değişim, yani ağrının gitmesidir.

Böylece, ağrı kesici almak bizde belirli bir deneyim yaratır. Çünkü bu deneyim fizyolojik bir tepki üretmiş ve iç ortamımız değişmiştir. İç dünyanızda bir değişiklik fark ettiğiniz anda, dış çevrenizde değişikliğe neden olan şeyin ne olduğuna dikkat edersiniz. Bu olaya, yani dışınızdaki bir şeyin içinizdeki bir şeyi değiştirdiği o olaya “çağrışımsal anı denir.

Süreci tekrar tekrar devam ettirirsek, dış uyaran o kadar güçlü hale gelebilir ki, otomatik bir iç yanıtın gerçekleşmesini dahi sağlayabilir. Pavlov’un köpeklerine yaptığı gibi…

İkinci unsur olan “beklenti, farklı bir sonuç beklemek için bir nedenimiz olduğunda devreye girer. Mesela, kilo fazlamız var ve bir spor hocasıyla çalışmaya başlayacağız. Hocanın bize özel bir spor ve diyet programı çıkartıp belirli bir çalışma süresinde bu programı yaptığımızda belirli bir kiloya inebileceğimizi söylemesi üzerine, bu öneriyi kabul edip bu programa başladığımızda farklı bir şey beklediğimizi varsayarız. Yani artık programa başladığımızdaki kilonun altına inmeyi. Bu durumda gerçekleşen, spor hocasının telkin düzeyimizi etkilemiş olmasıdır.

Daha telkin alabilir hale geldiğimizde, kendimiz dışındaki bir şeyi (yeni diyet ve spor programını) doğal olarak farklı bir olasılık (kilo vermeye başlamak) seçimi ile ilişkilendiririz. Aklımızda, farklı bir gelecek potansiyeli seçeriz ve bu farklı sonucu elde etmeyi bekleriz.

Seçtiğimiz yeni sonucu duygusal olarak kabul edip kucaklarsak ve duygularımızın yoğunluğu yeterince büyükse (bakın gene konu dönüyor dolaşıyor YOĞUN DUYGU meselesine bağlanıyor, sakın bunu es geçmeyin!) beynimiz ve bedenimiz, kilo vermiş olmayı hayal etmemizle bu durumun gerçekten gerçekleştiği arasındaki farkı bilemez (daha evvel bahsettiğim piyano örneğini hatırlayın). Beyin ve beden için iki durum da aynıdır. Yani gerçeklik ile o gerçekliğin hayali…

Sonuç olarak beyin, vücudumuza kilo vermeye başladığımızdaki gibi aynı nöral devreleri sinyaller ve benzer kimyasallar salgılar. O zaman beklediğimiz şey (yani kilo vermeye başlamak) gerçekleşir, çünkü beyin ve vücut içsel durumumuzu değiştirmek için mükemmel bir eczane yaratmıştır. Artık yeni bir varoluş halindeyizdir – yani, zihin ve beden bir olarak çalışmaktadır. Biz o kadar güçlüyüz işte…

Üçüncü unsur olan “anlam atamakda (ki bununla ilgili daha evvel yazmıştım) dönüşümün gerçekleşmesindeki temel taşlardan biri… Anlam atamak iki açıdan önemli: Birincisi hedeflerimize “neden” ulaşmak istediğimize bizi duygusal olarak gaza getirecek anlamlar atamak (ki bununla ilgili daha evvel sıkça yazmıştım). İkincisi; bir eyleme yeni bir anlam verdiğimizde, arkasına niyet ekleriz… Başka bir deyişle, yeni bir şey öğrendiğimizde, yeni bir şey anladığımızda, ona daha bilinçli ve amaçlı bir enerji eklemiş oluruz.

Mesela, diyelim ki bir ameliyat geçirmeniz gerekiyor. O ameliyata dair ne kadar çok bilgi edinir ve prosedürün veya ameliyatın işe yarayacağına ne kadar çok inanırsınız, onun işe yarama şansı o kadar yüksek olur. Başka bir deyişle, dış ortamınızdaki bir kişiyle veya bir durumla, bir şeyle ilgili olası bir deneyimin arkasına ne kadar fazla anlam verirseniz, iç durumunuzu kasıtlı olarak değiştirme şansınız da o kadar yüksek olur. Sırf düşünceyle…

Buna ek olarak – niyetinizin olası ödülleri hakkında ne kadar çok bilgi edinir ya da net bir hayal kurarsanız – zihninizde yarattığınız model o kadar net olur, böylece beyninizi ve bedeninizi de aynısını yaratması konusunda hazırlamakta o kadar iyi olursunuz.

İşte şartlandırma, beklenti ve anlam atama (anlam yükleme) bu nedenle bu kadar önemli…

5 adımda “yaratım”


Hayatınızda yaratım adına, olumlamalar denediniz, niyetlerinizi yazdınız, fakat bir işe sonuç alamadınız mı? Büyük ihtimalle tarifin önemli malzemelerinden birini es geçtiniz! İşte yaratım için 5 önemli adım:

1 – Odak

Odaklı ve farkında olmak beynin nörlojik açıdan değişmesine sebep olur. Eğer düşünceleriniz pozitifse beyniniz olumlu yönde değişir. hedefe ulaşmak sürekli odak gerektiriyor. Odaklı eylemin önemli olmasının ikinci sebebi de düşünmek, hissetmek ve harekete geçmek için gerekli yeni nöral yollar yaratmanın zaman ve tekrar gerektirmesi. Bilinçli şekilde bir fikre, niyete odaklandığınızda, beyninizin frontal lobunu harekete geçirdiğiniz için kısıtlayıcı inançlarınızı da bastırmaya başlıyorsunuz.

2- Hislerine yoğunlaş

Beyin, ilgi çekici, yeni, zevkli ve ödüllendirici bir şeyle karşılaştığında dopamin dahil olmak üzere birtakım nörokimyasalların salınmasını sağlar. Dopamin sizin motive ve planlı olmanızı sağlar, yeni nöral faaliyetleri tetikler. Dopamin motivasyon tankınızın yakıtıdır. Hedef belirlediğinizde salgılanan dopamin frontal loba gider ve bu da size amacınız için gerekli motivasyonu, plan yapma, strateji geliştirme ve eyleme geçme kabiliyetini verir. Dolayısıyla yeni bir hedef belirlediğinizde, bu hedef bedeninizde dopamin salgısını gerçekleştirecek kadar sizi gaza getiriyor olmalı, ki bu dopmain yapıcı bir eyleme için gerekli yakıtı sağlasın. Bunun için de hedefinizi anlamlı bir amaca bağladığınızdan emin olun. O nedenle zihninizde amacınızla ilgili yarattığınız görüntüleri güçlü duygularla desteklemelisiniz. Sizin için derin anlamı, amacı ve değeri olan bir hedef ulaşmanız için en çok motive olacağınız hedef olur. Neden?’iniz sizin duygusal yakıtınız.

3 – Serbest Bırak

Serbest bırakmak hipotalamusu uyararak mutluluk ve refah durumunu yükseltir ve dileklerine kavuşman için daha doğru bir zihin seviyesinde olmanı sağlar. Aynı zamanda vücudunuzdaki stres hormonu olan kortizol seviyesini düşürür. Bu da daha berrak bir zihinle olasılıkları görmenizi, olayları daha iyi değerlendirebilmenizi sağlar.

4 – Şükür

Şükretmek telkin alma düzeyinizi artıran en güçlü duygulardan biridir. Vücudunuza duygusal olarak minnettar olduğunuz olayın gerçekleştiğini öğretir, çünkü genellikle arzu edilen bir olay gerçekleştikten sonra teşekkür eder ve şükran duyarız. Gerçek olaydan önce şükür duygusunu ortaya çıkarırsanız, bedeniniz gelecekteki olayın zaten çoktan gerçekleştiğine ya da şu anda başınıza gelmekte olduğuna inanmaya başlar. Minnet veya şükür duygusunu, belirli, net bir niyetle/hedefle birleştirebilirseniz, olayı duygusal olarak somutlaştırmaya başlarsınız demektir. İşte o noktada beyninizi ve bedeninizi değiştirmeye başlarsınız. Tam olarak gerçekleşen şudur; zihninizin bildiklerini vücudunuzun da kimyasal olarak bilmesini sağlarsınız. İşte o an yeni bir gelecektesinidir artık.

5 – Ufak bir adım

Niyetinizi belirledikten sonra hedefinize küçük, basit bir adım atın. Çünkü beyin perspektifinden bakıldığında amaç ve eylem bir arada olan şeylerdir. Mesela, susadıysanız, su şişesine uzanmanız gerekir, yürümek, koşmak, uzanmak ya da el sıkışmak istiyorsanız, devamında bir eylemin gelmesi gerekir. Bu nedenle amaç belirlemeniz bu amaca giden yolu bulacak prefrontal korteksi hareket geçirmez sadece, aynı zamanda beynin hareketle ilgili olan premotor bölgelerini de harekete geçirir. Böylece sizi eyleme geçmeye hazırlar. Amaç/hedef belirledikten sonra atabileceğiniz ilk ufak adımı mutlaka atın.